.


 
 
Çok eskide kaldı, Mihriban üzerine sohbetimiz. Bir dost, bir gardaş, bir meslektaş. Demişti ki; “Sahip çıkmak… işte tam da böyle bir şey…”
 
Aval aval bakmıştım önce. Ne demek istemişti, kim sahip çıkmıştı ve de neye idi bu sahip çıkma meselesi…
 
Sonradan düştü jeton. O aralar, şimdikinin aksine biraz daha köşeli olacak ki jetonlar, ankesöre attın mı biraz daha fazla konuşma geçsin diye, köşeli jetonlar daha bir makbuldü.
 
Ankesörden en geç düşen jeton, konuş konuşabildiğince nin en mübarek aracıydı, hatırladık mı?
 
Yine aynı haldeyim. Sol kulağı, sağ elimi, kafamın arkasından dolaştırıp göstermek üzereyim. Lakin, buna asıl neden şu ara hayli etkili olan aşırı sıcaklar. Başka zamanlarda, muhabbet uzasın diye tercih etsem de bu yöntemi, bu günlerde bilinçli değil, tepki de toplayan bu tutumumun nedeni.
 
Mihriban’ ı dinlemeyen, dinleyip de zihni başka alemlere göç etmeyenimiz pek azdır aramızda. Öyle tahmin ediyorum.
 
Duygusaldır çünkü sözler. Hele o; “Lambada titreyen alev üşüyor, üşüyor…” ifadesi. İnsanın lambada yanasını getirmez mi hiç akla…?
 
Duygusaldır bazen türküde geçen sözler. Bazen de düşündürücü. Peki ya, ‘Mihriban’ ı dinlerken, sahiplenme nereden çıkmıştı şimdi?
 
Anlatacağım. Az müsaade…
 
Sözler; Abdürrahim Karakoç…  Anlatmaya gerek duyulmayacak bir isim. Peki ya bu muhteşem eseri en çok kimler dinler…? Müzik evrenseldir elbet Evrenseldir de, ülkemde bu şarkı denince akla…?
 
Sahiplenme denilerek, tam da bu noktada ediliyordu, bendenizin eski günlerde işittiğim o sözler.
 
Gelelim günümüze…
 
Bir fikir atılır ortaya. O fikri düşünen gururla anlatır aklına düşenleri.
 
Sonrasında, bir  süre geçer ve o fikir başkalarının dilinde.
Kendileri düşünmüş ve kendileri üretmiş gibi o fikri yayarlar dilden dile.
Proje gelişir hatta. Bütçesi pek de önemsenmeden, para kazanır birileri.
Hal bu ki, fikri duyup, sonrasında bir güzel satandır kazanan taraf…
 
Gelelim günümüze diyerek sunduğum bu örneğin kahramanlarını bir güzel dile getirmek var ya aslında, ne var ki durduk yere başıma iş çıkarmamak adına susma hakkımı kullanıyorum. Hak benim değil mi? Susarım kardeşim…
 
Susmak elbette ki bir yere kadar. İzimden, etekteki taşları patır patır saçı veresim gelmiyor değil de, ya sabır…
 
 “Sabrın sonu selamettir” sözü aklıma geldiğimden bu suskunluğum. Yok sa, sonu selamet ile sonlanacak mesele olmasa bahsedeceğim, susar mıyım hiç…?
 
Arayıp soranın, görüşmek isteyenin derdini dinlemeden hüküm bildirenlerin dünyasına dönüşen günümüz dünyasında, pek çok şey geçici olduğundan, ‘şey’ lere takılmamayı öğrenen, milyonlarca insandan sadece biriyim.
 
Öyle fikirler var ki şu aralar aklımda, paylaşmaktan korkar oldum. Neticede, biri çalıp, sahipleniveriyor. Tıp kı bir aralar, bir gardaşımın örnekleme diyerek bana anlattığı, zihnimde yer tutmuş  ‘Mihriban’ da olduğu gibi.
 
İyisi mi, fikirlerimi bu ara kendimde saklayayım. Netice itibariyle, yıl 2200 olduğunda, yanlış okumadınız, iki bin iki yüz dedim. Yaklaşık 180 sene sonra, bu kaleme aldıklarım üzerinden, uzun uzun ismimden söz edecek geleceğin nesli.

Sanırım aldığım yeni kararımı dile getirmekte mahsur yok. bizati bendeniz, Geleceğe anlatıyorum bazı şeyleri. Gün gelecek, muhtemeldir ki yeni nesil çözecek dediklerimi.
 
Belki yıllar sonra, bir aralar gardaşım dediğim bir ismin bana sunduğu Mihriban örneğinde olduğu gibi, ismini işittiğim de saygıyla eğildiğim Abdürrahim Karakoç‘ un anlam yüklü şu sözleri için de birileri; ‘Sahiplenmiş ler yine birileri …’  diyecek.
 
Şu sözlerin anlamına bir göz atıverelim istedim. Diyor ki Karakoç; “Düştü can evime dördüncü cemre. Dünyayı üçüncü gözümle gördüm. 
 
Dört yüz seksen beş gün çekti bir sene, On altıncı aya takvimsiz girdim.
Aynalara baktım korku gösterdi, Saatler her sabah kırkı gösterdi. 
 
Namlular, nişanlar Türkü gösterdi, Hayatım boyunca hedefte durdum. Gül sundum yediler, koklamadılar 
 
Armağan can verdim saklamadılar.  Gittim... gelir diye beklemediler 
Kaybolan gölgemi yollara sordum. Getirdim yanıma ayı bir karış  Ölçtüm ki dağların boyu bir karış.  Şehiri bir adım, köyü bir karış 
 
Damlada denizdir en küçük derdim. Savurdum, eledim, seçtim zamanı. 
Yaprak yaprak, tel tel açtım zamanı, Haftada üç asır geçtim zamanı 
Nereye gittimse zamansız vardım.
Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim, Yazık, kulaklara sığmadı sesim 
 
Yaşadığım şimdi beşinci mevsim, Çağın çilesini sırtıma sardım.”