İki yıl sürecek gönülsüz ayrılığımızın hüzün dolu vedalaşma anını fazla yaşamamak için ,şöyle bir öpüp kokladığım can yoldaşımın ve çiçeklerimin, ..

       İki yıl sürecek gönülsüz ayrılığımızın hüzün dolu vedalaşma anını fazla yaşamamak için ,şöyle bir öpüp kokladığım can yoldaşımın ve çiçeklerimin, gözlerinden okunan sessiz çığlıklarını ruhumda hissederek sarıldığımda ; beynimin , henüz ulaşamadığım ıssız bir köşesinde  gizlendiğini sonradan anladığım duygu fırtınalarının ortasında kala kaldım.           
      Ben; güya sevinçlerini ,tasalarını dışa vurmayan koca adam, neredeyse akla gelebilen en bereketli güz yağmurlarını kıskandıracak şekilde ağlamaya başlayacaktım. Dayanamadım; gül bahçemden kaçarcasına uzaklaştım.           
      Uçup giden onca mesafeyle kıyaslandığında, kısacık zaman dilimi sayıla bilecek iki saatlik bir yolculuktan sonra Batman’a vardım. Güneşin günler önceden beynini yıkayıp pusuya yatırdığı yakıcı sıcaklık, saklandığı asfalt zeminden çıkıp ayaklarıma sarıldığında ,kendimi kor ateşin içine düşmüş bahar kelebeği gibi güçsüz ve çaresiz hissettim.
       Susuz mekanın acımasız tek hakimi olan güneş, her nesneyi sarartıp soldurarak kendine benzetmişti. Göz alabildiğine uzanıp giden ,uçsuz bucaksız ova, bet benzi atmış insan gibi sararıp solmuştu. Susuz bereketsizliğin haksız utancını taşıyan toprak, kendini çalı çırpının altına gizlemiş gibiydi… Dağlar  çok ıraklarda, yerden fışkıran ısı bulutlarının arasında belli belirsiz fark edilebiliyordu… Kuru ve çatlak toprağı ıslatmak istercesine bedenimden fışkıran ter ırmağı daha yere varmadan buharlaşıyor, uçup gidiyordu.  
       Hastalıklı şehirleşmenin bütün örneklerini taşıyan petrol kentini beni çeken  hiçbir tarafının olmadığını far ederek ayrıldığımda saat öğlen iki civarındaydı. Şehirden çıkar çıkmaz doğanın çıplak bakireliği ile karşılaştım.. Önce düz, sonra da kıvrıla kıvrıla giden yol; bazen bir dağın, bazen bir tepeciğin müsaade ettiği eğimle ömrümün iki koca yılının geçeceği mekana doğru uzayıp gidiyordu. Bir saatten fazla süren  zaman sonra yolculuğun ve yolun sonuna gelmiştik. Ben buraların iki yıl sürecek mihmanıydım… 
       İlk işim Milli Eğitim'e uğramak oldu. Müdür beyin mübalağalı ilgi ve alakasına diyecek hiçbir sözüm yoktu. Kasabaya atandığımı söylediğimde, yüzünde beliren  hayret ifadesi görülmeye değer bir manzaraydı. Beni kasabanın uzağındaki bir köye  görevlendirmişlerdi. Bana üzgün bir ifade ile; 
-  Hocam özür dilerim. Sizin yaşınızda, emekliliğini hak etmiş bir insanın kasabamıza görev aşkıyla gelebileceğine ihtimal vermediğimizden, daha doğrusu beklide sürgün edilenlerden biridir diye değerlendirdiğimizden sizi kasabanın en uzağına görevlendirdik…dedi.
“Hiç önemli değil efendim…Daha da isabetli olmuş” dedim.
“Ama derhal gerekli değişikliği yapacağım ve sizi kasabamızın en iyi okuluna vereceğim” diye konuşmasını sürdürünce sözünü kesip müdahale etmek zorunda kaldım.
“Benim böyle bir talebim olmadığı gibi bu teklifinize de, eğer kabul buyurursanız sıcak bakmadığımı ifade etmek isterim efendim…Benim yüzümden başka bir meslektaşımın mağdur edilmesini istemem ve ben bilakis daha da memnun oldum. Böyle bir köy, beni buralara kadar sürükleyip getiren duygularıma, ideallerime  hizmet edebilecek bir yerdir” dedim.     
Müdür beyin tüm ısrarlarına rağmen değişikliği kabul etmedim ve Müdür beyden müsaade alarak ayrıldım… Sonra da çiçeklerime salimen geldiğimi bildirmek için posta haneye uğradım. Daha birkaç saat evvel  tutuşan ayrılık ateşinin alevlenip, bütün hanemi sardığını telefondaki seslerin sıcaklığından anladım. “Zaman çabuk geçer” dedim. ”Kalbim sizinle” dedim…”Sizi seviyorum” dedim… Dedim, dedim…Söylediğim onca sözle, hasret yangınlarını söndürmeye çalıştıysam da ,her kelamımın onları daha da yaktığını biliyordum.  
Postaneden ayrıldım. Kasabanın küçücük meydanına, göç mevsimini bekleyen gurbet kuşları gibi tünemiş insan öbeklerinin arasına karıştım. Güvercin sürüsündeki serçe misali yabancılığım, cemaatin şöyle bir dalgalanmasına sebep olmuştu. “Kimdim? Neciydim? Niçin gelmiştim?” gibi sorulara cevap arayan bakışlarıyla beni tepeden tırnağa süzerken, hiç biri de sorup öğrenme zahmetine katlanmamıştı. Bir tek çaycının çırağı tepsici, evet tepsici ne içeceğimi sormadan getirip elime tutuşturduğu çayı verirken;
“Hoş geldin beyim” demişti.    
Çayımı yudumlarken, ıslahsız bir sesin yırtık bir hoparlörden  ikindi ezanını okuyuşunun rahatsızlığını yaşadım. Yaşlıca bir amaca göz göze geldiğimizde;
“İmamımız vilayete gitti de” dedi.
“O bir okusa da dinlesen...Vallahi imansızı bile yola getirir” diye konuşmasını sürdürürken, meydandaki cemaat bire ikişer  namazlarını eda etmek üzere camiye yönelmişti. Biraz sonrada küçücük meydanda bir ben birde gölgem kalıvermişti…     
Kahveci çırağından çay istedim. Dilimi buran demli çayı yudumlarken de çok eskilere dalıp gittim. Devlet kapısında  ilk işe, yine böyle  ücra bir köyde başlamıştım.    
     Gençtim, idealisttim, Kasabadan uzak dağ köylerinden birine tayin edilmiştim. Ağustos ayının son günlerinden birinin öğleden sonrasıydı. İlçe Milli Eğitim Müdür o gün kasabada kalmamın uygun olacağını söylemesine rağmen, kimseye haber vermeden kasabadan ayrılıp, kendimi dağ yollarına vurmuştum. Başlangıçta eğlenceli gibi gelen yolculuğum, dağların doruklarına doğru yaklaştıkça azap vermeye başlamıştı. Elimdeki valizim, yürüdüğüm her metrede  her adımda, hatta her santimde kurşun gibi ağırlaşıyordu. Dorukları karlı dağların gölgelerinin düştüğü yaylaya çıktığımda, saat akşam yedi gibiydi. Cennet dedikleri yer her halde burasıydı. Önümde uzanıp giden bin renkli çiçek tarlalarını yapan üstadın varlığına şükretmemek mümkün değildi. Her taraf yem yeşil ve huzur doluydu…Cennet gibi huzur dolu yaylanın mis gibi havasını ciğerlerime doldururken kendimi sırt üstü yere attım ve başı  dumanlı, karlı dağları seyrettim… Sırtımdaki ter kurumaya başladıkça titremlerim  arttı. Üşüyordum… Anacığımın hazırlayıp koyduğu poğaçalardan ve kahvaltılıklardan biraz yedim. Daha fazla dayanamadım ve tekrar yola koyuldum. Hiç mola vermeden cennet bahçesinde yürürken bazen haykırdım, bazen de türkü söyledim. Köroğlu, Dadaloğlu herhalde bunun için dağlara yaslanmıştı. Herhalde Ergenekon destanımızdaki dağlar bu dağlardı. Yol git git bitmiyordu. Güneş dağların ardına düşmeye başladığında , önümdeki son ağaçlık sırtı da aştım. Daha hızlı yürüyebilmek için, annemin babama niyetle ördüğü, ancak bana verdiği koca kazakla, montumu valizden çıkarıp yanıma aldım. Valizimi kayalıklara sakladım. Artık daha hızlı yürüyordum. Önümde uzanıp giden ovanın,  çok uzaklarında görünen tek bir ağacından başka hiçbir ağaç görünmüyordu. Adımlarımı biraz daha sıklaştırdım, biraz daha hızlandırdım. Ovanın sonuna hava kararmadan ulaşmak istiyordum. Garip, anlaşılmaz sesler duyunca , korkuyla en yakın kayalığa saklandım. Sesler bir türlü kesilmiyordu. Yavaşça, görünmeden saklandığım kayaların üzerinden baktığımda, kalabalık bir domuz sürüsünün homurtular çıkartarak dağlara doğru gittiğini gördüm. Ne kadar köy  çocuğu olsam da , ne kadar dağlarda koyun sürüleri otlatsam ,yanlarında yatsam da korku dağları bekliyordu .İçime hakim olamadığım bir korku düşmüştü işte…Hızlı giden ayaklarım artık koşmaya başlamıştı. Tek isteğim, bir an önce o uzakta görünen benim gibi yalnız ağaca ulaşmaktı.