3- TİRANLIK Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Tiran” kelimesi şu şekilde izah edilmektedir.

“  1. isim, tarih Eski Yunan'da siyasal gücü zorla ele geçiren, onu kötüye kullanan kimse. 2. sıfat, mecaz Acımasız, gaddar, despot.”
Tiran, Eski Yunanca bir sözcük değildir; Doğu dillerinden, olasılıkla da Lydceden Eski Yunancaya geçmiş olduğu düşünülmektedir.”
İlk Yunan kentleri krallık adı verilen ve babadan oğula miras yoluyla geçen monarşik bir rejimle yönetiliyorlardı. Kral (basileus) devletin başıydı; Savaşlarda orduya o başkanlık ederdi. Diğer soylu kişiler de ön saflarda savaşır ve devlet işlerinde krala yardımcı olurdu. Alınan kararlarda onlar da söz sahibi olmasına karşın hepsi kralın otoritesine boyun eğmekle yükümlüydü.
Geniş topraklara ve büyük bir zenginliğe sahip bu soylu ve elit kesim kralı devre dışı bırakarak yönetim gücünü kendi aralarında paylaşmaya karar verdi ve böylece Yunan kentlerinde aristokrasi (aristokratia) adı verilen rejim başladı. Fakat paranın bulunmasıyla birlikte artan ticari hacim yeni zenginlerin ortaya çıkmasına neden oldu ve bu zenginler de aristokratik yönetimi devirmek maksadıyla kendi aralarından birini tiran olarak çıkardılar. İlk defa M.Ö. 7. yüzyılda ortaya çıkan tiranlık 5. yüzyıla kadar devam etmiştir. Aristokrasiden demokrasiye geçişte önemli bir aşama olarak kabul edilmekte olan tiranlık, Arkaik Dönemin yönetim anlayışına âdeta damgasını vurmuştur.
“Tiran ve tiranlık” Arkaik ve Klasik Dönemde birbirinden çok farklı şekillerde algılanıyordu. Arkaik Dönemdeki insanların ne tiranla ne de tiranlıkla bir sorunu vardı. Çünkü belki de insanlar nasıl bir rejimde yaşadıklarının farkında bile değillerdi.
M.Ö. 5. ve 4. Yüzyıllarda ne oldu da dönemin yazarları ve filozofları (Platon, Aristoteles, vs.) tarafından krallar iyi ve yasalara bağlı yöneticiler; tiranlar ise kötü ve yasa tanımaz kişiler olarak anılmaya başladı? “Anderson bu değişimin en önemli sebebini Perslere bağlamaktadır. Bilindiği gibi Persler, 546 yılında Kyros önderliğinde Kroisos’u devirerek Lydia topraklarını ve başkenti Sardeis’i ele geçirmişler ve bu tarihten itibaren Anadolu’nun tiranlıkla yönetildiğini bildiğimiz batı kıyılarındaki kentlerini tek tek Pers İmparatorluğu’na dahil etmişlerdir. Pers kralları kentlerdeki tiranlık yönetimine ses çıkarmamış, hatta onları destekleyerek kendi işleri için bir maşa gibi kullanmışlardır. Böylece tiranlık Batı Anadolu’da Perslerin âdeta bir oyuncağı haline gelmiştir. Bu durum ise Atina’da demokrasinin gelişmeye başlamasıyla bütün tiranların da çok geçmeden böyle algılanmalarına yol açmıştır.[10]
Fakat genelde tiranlık çoğu kez, taşkın bir demokrasiden ya da bir oligarşiden doğar. “Tiranlıkta hem demokrasinin hem oligarşinin kötü yanlarının birleştiği apaçıktır. Tiranlık oligarşiden iki şey alır: (1) izlenecek hedefin zenginlik olduğu anlayışı -servet, tiran için besbelli zorunludur, çünkü onsuz ne muhafız besleyebilir ne de lüks bir yaşam sürebilir - ve (2) halka karşı güvensizlik; bu nedenle halka silâh vermez, aşağı-sınıflara kötü davranır ve onları başkentte oturtmaz. Bunlar oligarşiyle tiranlıkta ortaktır. Tiranlık demokrasiden de, yukarı sınıflara düşmanlığını almıştır; onları açık ya da gizli yöntemlerle çökertir ve rakip olarak karşısına çıkabilecek ya da yönetimin işleyişini engelleyecek kimseler diye sürgüne yollar. Onun için, tiranın devrilmesini amaçlayan komploların bu insanların arasından kaynak alması doğaldır; bunlar ya kendileri egemen olmaya ya da hiç değilse, köle gibi boyun eğmemeye azmederler.”[11]
Günümüz anlayışında “tiran mevcut yönetimi yasal olmayan yollarla (darbe yaparak) ele geçiren ve elinde bulundurduğu mutlak ve muazzam gücü, yönetimini üstlendiği toplumların refahından ziyade sadece kendi kişisel çıkarları uğruna keyfi olarak tek başına kullanan zalim bir kişi olarak tanımlanır.”[12]
Şayet bir devlet yöneticisi kendini tiranlaştırdığı andan başlayarak, devlet kademelerinde yükselme hırsıyla yanıp tutuşan kanun tanımaz  fırsatçı paragözleri, devletin ve ülkenin ganimetlerinden pay alabilmenin en kestirme yolu olarak gördükleri küçük tirancıklar  olabilmek için büyük tiranın çevresine toplanıp ve hatta kuşatarak onu desteklemeye başlarlar. Büyük tiran ülkeden şahsi zenginlik elde etmenin peşine düştüğünde küçük tirancıklar halkı soymak, varsılların servetini ellerinden almak için her türlü kanuni veya kanuni olmayan yollara başvurarak tuzaklar kurarlar. İnsanları ölüme veya hapse mahkûm ederek korkuturlar. Aralarında ganimetin ve ganimet arayışının kokusunu almayan tek kişi yoktur. “Tiran, uyruklarını birbirine kırdırarak kulluklaştırır ve öyle kişiler tarafından korunur ki, eğer bu kişiler biraz değerli olsalar tiranın bunlardan kendisini koruması gerekir… Tiran kendine yakın olan diğer kişilerin alçaklıklarını ve kendinden lütuf dilediklerini görür. Bu kişilerin tiranın söylediklerini yapmaları yeterli değildir; onun ne istediğini düşünmeleri ve hatta onu memnun edebilmek için düşüncelerini öngörmeleri gerekir.  Tirana yalnızca itaat etmekle kalmayacaklar, onu hoşnutta edecekler, işlerini yapmak için uğraşacaklar, didinecekler, keyifli olmasından haz duyacaklar ve kendi kişisel beğenileri yerine onunkini benimseyerek mizaçlarını, doğal yapılarını değişmeye zorlayacaklardır. Tiranın söylediklerine, sesine, işaretlerine, gözlerine dikkat etmeleri gerekecek ve de arzularını bile bilmek ve düşüncelerini seçebilmek için sürekli  olarak tetikte bulunacaklardır.”[13]
Tiran ve tirancıkların  kötülüklerinden kurtulmanın yolu, tirandan  kurtulmak isteğidir.. “Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu itmenizi veya dengenizi bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca onu desteklemeyin; işte o zaman onun altından kaidesi çekilmiş bir Closse[14] gibi tüm ağırlığı ile düşüp parçalandığını göreceksiniz.”[15]
Diktatörleri iktidara taşıyan güç, sadece paraların çokluğu değildir. Hitler örneğinde olduğu gibi diktatörlere sıradan vatandaşlar da yardım etmişlerdi. “Ma,l mülk, mücevherat, sanat eserleri, milis örgütlerine ve parti ordularına verilen tonlarca gıda malzemesi, toplumun itibarlı, saygın kişileriyle kurulan dostane ilişkiler; devlet kuruluşlarının, basının, mahkemelerin, polisin ve ordunun destekleri; silah ve savaş malzemesi, diktatörlere iktidara giden yolu açan paradan çok daha değerli oluyordu çoğu kez. Genelde yaygın olan bir kanaat vardır ki, para hem iktidarda olanlar, hem de iktidara soyunmak isteyenler için bir güçtür. Madalyonun bir diğer yüzü ise şudur: Bağışı yapanlarla alanlar, çoğu kez her ne kadar farklı dünya görüşlerine sahip olsalar da, sonuçta aynı hedef ve fikirde birleşmektedirler.”[16]
Timothy Snyder, Tiranlık Üzerine, Yirminci Yüzyıldan Yirmi Ders  isimli kitabına  Leszek Kolakovski’ın bir sözüyle başlıyor. “Siyasette kandırılmış olmak bir mazeret değildir.” Yirminci yüzyılda yaşanan katliamlar, faşizm ve Nazizm’in medeniyetlerin beşiği olan Avrupa devletlerini nasıl yakıp yıkıp yok ettiğini, milyonlarca insanı tükettiğini hepimiz biliyoruz. Timothy Snyder kitabında yeni yüzyıl insanlığına aşağıdaki öğütleri veriyor;[17]
Peşinen itaat etmeyin, kurumları koruyun, tek Partili devlet sisteminden kaçının, dünyaya karşı sorumluluklarınızı üstlenin, meslek ahlak değerlerinden şaşmayın, paramiliterlere dikkat edin, silahlanmak zorunda kalırsanız bunu çok iyi düşünün, diğerlerinden ayrışın, dilinize özen gösterin, gerçeklerden şaşmayın, araştırın, karşınızdaki ile göz teması kurun ve sohbet edin, somut politikalar uygulayın, özel hayatınız olsun, hayırlı işlere katkıda bulunun, diğer ülkelerdeki akranlarınızdan bir şeyler öğrenin, sakıncalı sözcüklere dikkat edin, hayal bile edilemeyen gerçekleştiğinde sakinliğinizi koruyun, vatansever olun, elinizden geldiğince cesaretli davranın.
Tiranlıktaki hegemonyada yüz binlerce ve milyonlarca insanın tek bir kişiden korktuğu için ses çıkarmaması ne akla ne de mantığa sığmaktadır. Tirani yönetimin altında ezilen insanlar için savaşma söz konusu olduğunda ölümüne mücadeleye girdikleri düşünüldüğünde tirana itaatin kökenindeki ana unsurun korku olmadığını da söyleyebilir miyiz? O halde ekonomik çıkarları mı bu insanları tiran karşısında sessizleştirmektedir? Böyle bir yaklaşımla Tiranilere itaati, ekonomik gerekçelere dayandırmak De La Bonétie tarafından reddedilmektedir. “Sizler gözümüzün önünde , en güzel ve en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın çalınmasına seyirci kalıyorsunuz. Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki, hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyebilecek durumda değilsiniz,”[18] demektedir.
Tirani baskının sonucunda özgürlüğünü kaybeden insan yığınları başka bir davranış içerisine girerek kullanmaya başlar. Oysa ki özgürlük konuşma ile başlar; tiranlıkta konuşan sadece tirandır. “Tiranlık , yalnızca bir kişinin konuşup diğerlerinin onu dinlediği…ve kitlelerin tiranın söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmadığı bir durumu temsil eder.”[19]
 
4- TİRANSIZ TİRANLIK
Yukarıda bahsettiğimiz üzere, gerek Tunç Devrinde ve gerekse Ortaçağda, insanların bireyden aileye, klana, oymağa, kente, ardından da devlete evrilmesinin ana gayesi; barış ve huzur içinde yaşamak, düşmanlarına karşı kendilerini savunmak veya gerekirse saldırmak amaçlı savaşlara girmek durumları için topluluk haline gelmişlerdir. Dolayısıyla geçmişten günümüze “toplumsal ve siyasal yapıdaki özellikler, söz konusu toplumların savaş veya barış hâli seçenekleri karşısında tavırlarında nereye kadar belirleyici etkenler olarak işledikleri sorusu üzerinde oldukça gelişmiş bir yazın külliyatının varlığı malûmdur.”[20]
Auguste Comte, Saint-Siman, Montesquieu gibi düşünürler modern toplumun ruhunu yansıtan olgular üzerinden sosyolojik analizler yaparken, yine modern toplumun olmazsa olmazı ticaret üzerinden toplumun idaresinde barışçıl yaklaşımı esas alarak toplum yönetimlerini öncelemişlerdir.
Fakat bir realite olarak savaşlarla toplumsal yapılar arasında önemli bir etkinin olduğu da bir gerçektir.  Toplumun siyasi yapısı savaşları belirlerken, savaşlar da başladıktan sonra toplumun siyasi şeklini belirleyebilmektedir. Prusyalı bir general olan Carl Von Clausewitz, “ Bir bütünün parçaları ve bütün ötekileri içine alan üç şey birbirinden ayırmamız gerekir. Bunlar: askeri güçler, ülke ve düşmanın iradesi,”[21]demiştir.
Geleneksel toplumlarda karar vericiler, yani otoriteler, genellikle ya aristokrasi, oligarşi, monarşi veya tiranlar iken modernite ile birlikte otorite ortadan kalkmıştır. Ancak modern toplumda bu boşluğu çoklu otoriteler doldurmuştur. Modernite de değişime uğrayan “otorite kavramı, yerini birçok otoritenin bir araya geldiği bürokratik otoritelere bırakmıştır. Yüzyılın başlarında Weber, bürokrasiyi geleceğin otoritesi olarak görüyordu. “[22]
Weber’e göre bir toplumsal ilişki, birden fazla kişinin anlam bakımından karşılıklı bağımlılıklarına uyarlanmış ve yönelmiş davranışlarından oluşur. “Toplumsal ilişkiler bir ekonomik mübadele kadar açık uçlu ve geçici olabilir;  ya da zanaat locası veya devlet örneğinde olduğu gibi nispeten kapalı, kalıcı formasyonlar olabilir. Toplumsal eylemler - ve bilhassa toplumsal ilişkiler- faillerin meşru düzenin var olduğuna inanmalarından etkilenebilir.”[23]
Hannah Arendt ise şiddet üzerine çalışmasında otoriteler ağının aslında modern zamanlarda bir tür “tiransız tiranlık” olduğunu söyler. Bu duruma Cemil Oktay, Modern Toplumlarda Savaş ve Barış isimli çalışmasında “Modern yaşama bir tiranlık hakimdi;  ancak tiranı somut olarak işaret edemiyorduk. Küçük ve adeta hücresel tiranlıklar, modern toplumların dokusuna, tüm alanlarına sızmıştı. Modern yaşamın üretimini ve kamusal işleri sürdüre bilmek için bu tür bir otorite örgütlenmesi gerekliydi. Üstelik bu anonim, anonim olduğu kadar da atomlaşmış tiranlık, düşünme becerisinden yoksun, salt eyleme yönelik bir tiranlıktır. Dahası atomlaşmış modern örgütler, insanlığı kendine ve değerlerine karşı körleştirmiş, kendi körlüklerini toplumun körlüğü haline getirmişlerdi… Modern toplumlarda savaşı ve barışı düşünürken, modernliğin bu çok kendine özgü yönünü sürekli göz önünde bulundurmak gerekiyor. Zamanımızın savaş ve barış hallerini belirleyen büyük ölçüde tiransız tiranlardır. O nokta, eleştiri süzgecinden geçirilmeden, modern toplumların şiddet içersin içermesin eylemlerini anlamak olanaksız bir girişimdir. Toplumsal eylemin bürokratlaşmış özelliğinden belki de en çok nasibini alan örgütler, modern askeri örgütler oluyor… Kışla, olgunun sadece bir cephesidir. Bürokratlaşma, kamusal veya özel tüm eylem alanlarında yayın ve o ölçüde egemen bir olgudur.”[24]
Modern dönemlerdeki bürokratik yapının tiransız tiranlığa dönüştüğü ifade edilmekle birlikte bu tiransız tiranlığın kamusal hizmetleri yürütmeyi gaye edinen görevlilerin eyleme dönük yasa ve kurumların kendilerine tanıdıkları yetkiyi kullanmaktan ibret olduğu anlaşılmaktadır.