Şöyle dönüp de geçen yıllara baktığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yüzyılı içerinde tamı tamına atmış üç yıl yaşamışım. Geçen onca senede çok şeyler yaşadık, gördük.


Bizler 1960’larda Amerikan yardımı süttozu içirilenler, garip garip yağlar yedirilenlerdik.
Okullarımızda Kızılay’ın yoksul aile çocuklarına yardımlarına şahit olduk.
İsmet İnönü’yü, Aşık Veysel’i görmüşlerdendik.
!970’lerde sağ sol çatışmaları ile her gün insanlarımızın sokaklarda öldürüldüğünü, kardeşin kardeşe kırdırıldığını yaşayarak öğrendik.
Kıbrıs Harbi’ni film izler gibi izledik.
Köyden kente göçün baskısıyla başa çıkamayan devletin ve hükümetlerin, yoksul köylülerin bir gecede yaptıkları gecekondularla kentlerin etrafını kuşatmasını sessizce razı gelişine tanıklık ettik.
Siyasilerin modern kentler oluşturmak yerine oy uğruna gecekondulara tapu dağıtmasını, gecekondu tipi apartmanların yapılmasına göz yumuşlarını şaşkınlıkla izledik.
Rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, torpil, hayali ihracat da dahil devletin nasıl soyulduğuna, halkın nasıl dejenere edildiğine, hızla zenginleşenlerin nasıl zenginleştiğine kafa yorarak geçirdik gençlik yıllarımızı.
Her olumsuzluğa rağmen devletimiz halktan yanaydı. Çok güçlü ve adildi.
Okullarımızda fırsat eşitliği vardı. Büyük şehirlerdeki okullarda zengini fakiri, okumuşu cahili fark etmeksizin hepsinin çocuğu aynı sınıflarda yan yana okurlardı. Sosyal hayatta şimdiye göre çok daha fazla eşitlik vardı.
Öğretmenlerimiz gerçekten aydın insanlardı.
Ne yazık ki Türkiye’deki her türden sakat işler 1945 yılında ABD’nin devletimizin içine sızmasıyla başladı. NATO’nun ülkemize yerleşmesiyle devlet içinde paralel devletlerin kurulduğunu Ecevit bile çok geç anladı.
Bizler fakir vatandaşların çocuklarıydık. Asker olduk, polis olduk, öğretmen olduk dağlarımızda PKK militanlarıyla mücadele ederken aslında karşımıza militan olarak çıkarılanların tamamının da ülkemizin fakirlerin çocukları olduğuna binlerce kere şahit oldum. 
İkinci dünya harbinden sonra vatanımız üzerinde oynanan oyunların kurallarını  ve şekillerini sürekli değiştirse de tüm bozguncu oyunların emperyalist ülkelerin komplolarıydı. Tıpkı Ruslar’ın matruşka bebekler gibi birbirine benziyorlardı.
Her ne hikmetse ülkemizdeki siyasetten, ticarete, askeriyeden sosyal hayata kadar her şeyin içinde emperyalist devletler vardı veya emperyalistlerin işbirlikçilerinin topluma dayatmaları vardı.
Ordumuzda dahil Amerikan ordusu gibi olmaya çalışıyordu. En iyisi ve en güzelini nedense batıda arıyorduk.
İçimizdeki en modernleri ve bağnazları çekip çeviren uyanık tiplerin hemen hemen hepsinin Amerika ve Avrupa sevdası vardı. Mesela; bağnaz ve yobaz dincilerin hemen hemen tamamı Amerika veya Avrupa’da çoğalmaya devam ederken, en modernlerimizde aynı ülkelerden ilham alarak vatanı kurtaracaklarını  sanıyordu.
Bizlere Anadolu’da hiç rahat vermediler ve vereceğe de benzemiyorlar.
Kurtuluş umutlarımız yurt dışında aradığımız sürece, insanlarımız birlik ve beraberliğe yönlendirmek yerine kutuplaştırmaya ve ayrıştırmaya tabi tuttuğumuz sürece, bizim başka düşmana ihtiyacımız yoktur.
Düşmanımız içimizdedir.
Düşmanımız, siyasal hırslarımızdır.
Makam mevki hırslarımızdır.
Servet edinme hırslarımızdır.
Hırslarımızın masum kurbanı, geleceklerini çaldığımız çocuklarımız ve torunlarımızdır.
Sorunlarımızın çaresini bulmak belalarımızın yok etmekten daha kolaydır.
Hırsılarımız frenleyecek yegâne güç, ahlaklı ve dürüst insan yetiştiren okullarımız ve adaleti sağlayacak yargıçlarımızdır.
Ne askerler ne din adamları, ne de siyasiler bizi selamete kavuşturamaz.
Selamete ahlaklı eğitimle ve adaletle varırız.
Millet olarak ancak eğitim ve adaletle selamete çıkarız…