.


Kapalı kapıları açmakla kalmayıp, pencereleri de sonuna kadar açmaları güzel elbet. Güzel de; üç bir yandan gelen rüzgar eşliğindeki soğuk hava dalgasına nasıl dayanır bir insan?
Diyeceksiniz ki; “Ne taktın şu kapalı kapılara…?” Haklısınız. Öyle gözüküyor olabilir. Ne var ki, denilenin üzerine türlü senaryolar ekleyip, bir de aspar ve asılsız, yani uydurma haber yapmakla suçlanmamız karşısında, takdir buyurursunuz ki, benim susmamı beklemek yanlış olur.
Şunca yıllık meslek hayatımda,  tekzip yediğim bir haber çok şükür olmadı. Çalıştığım Gazetelerin tümü, çizgisi ile de kıskandırırdı rakiplerini. Ki, özellikle dönemin Türk medyasının Amiral gemisi sayılan ‘Hürriyet’ in 1996-2013 yılları arasında çalışanı oldum. Haliyle acayip gurur duyuyorum kendimle.
Birilerinin kalkıp, yok ısmarlama, yok yönlendirme, yok bilmem ne haber suçlamasına diyeceğim tek bir söz var; “Ha de oradan…”
Bu arada, dün’den önceki gün, yani ‘Diriliş Ertuğrul’ un günü Çarşamba, öğretmen evi’ nin kordona, boğaza bakan kısmındaki bölümü, pek güzel halkın kullanımına açıktı. Kapalı bir tek kapı olmadığı gibi, pencereler dahi açıktı. Sonuna dek. Ayrıca, gece de aynıydı manzara. Hava soğukta, lakin her yanı açık alanda, yine de insanlar oturmuşlardı masalara.
TUVALETLERİN KAPISI DA BİR AÇILSA…
Haftaya kapalı kapılarla başladık, devam edelim bari. Belki onları da açan bir yetkili el olur. Kim bilir..
Yeni kordondan söz edeceğim. Geçilmezliğin adresi  Boğazımızın, muhteşem güzelliğine paralel kıyı bandında ilerleyen yeni kordondan.
Halen çevre düzenlemesi süren yeni kordonda, bir  noktada seyyar tuvaletler çıkıyor önünüze. Fakat bir okurumuzun anlattığına göre ve hatta fotoğraflayıp bizati  e-posta adresime gönderdiği görsellere göre, kapılara kilit vurulmuş.
Değildir, ne alakası var falan diye düşünürken içimden, bir soru düştü aklıma;
“Acaba neden…?” diye.. Sonra da, kendiliğimden yanıt vermiş olacağım ki;”Kullanılmasın diye her halde…” diye mırıldanmışım.
Bu durum karşısında; Mesai arkadaşlarım bu anlara tanık olduğundan, “Ne kullanılmasın diye?” şeklinde bir soru yöneltip, ne dediğimi anlamaya çalışıyorlardı. Tabii bende soruya verecek yanıt yok.. Geçiştirdim. “Hiç kendi kendime konuşuyorum…” diye…
Bu tuvaletler, bölgede hareketlilik yok diye koruma altında diye düşünüyorum. Çünkü, kısa bir bakım ardından, belki de bu gün itibariyle yeniden hizmete alınacaklar. Öyle ya, kış günüde, kim neden gitsin kordondaki tuvaletlere.
Bu sözlerim üzerine, an itibariyle beni aldı bir düşünce… Ne mi..?
‘Ne’ olan şu. Kapalı kapılarından söz ettiğimiz öğretmen evi üzerine yazdıklarımızdan kaynaklı, edilen yorumlarda sözü edilen müstecirlik yakıştırması.
Şimdi kalkıp, yeni kordondaki seyyar tuvaletleri de bu nedenle yazdığımı düşünen çıkmasın..? Vallahi, çıkar mı, çıkar… Çıkabilir. Çıksın sorun zyok. Ne var ki, benim de tuvalet işletmeciliği yapmak gi ibir derdim yok. Bu taveletler, zaten halkımıza açık ve de ücretsiz.
Oysa ki, esnaflık, işletmeci ruhu, öyle çabucak kazanılacak şeyler değil.  Ayrı bir beceri ister. Yanlış mıyım…?
Benim becerim, konuları aktarmak, sorunları dile getirmek vesaire üzerine. Belki de Allah vergisi bendeki. Sonradan olma, ya da bir kazanım değil. Anlama güçlüğü çekmem hiçbir zaman. Ara da bir dinlemiyorsam anlamayabiliyorum. Keyfim bilir yani, anlayıp anlamamayı. Keyfim işte,  keyfine düşkün.
Benim bu konuda da sağlam gözlemlerim olmuştur.  Beceri veya yetenek üzerine.Müstecir olunmaz, doğulur. Yetenekler doğuştan gelir insana.
Tıpkı efsaneleşen, merhum siyasetçilerimizde rastlandığı gibi.
Mesela, bir Demirel olunmaz doğulur…
Ya da, rahmetli Ecevit, merhum Başbuğ ve Erbakan Hoca olunamayacağı gibi.
Anlama meselesi de, bir yetenek bence. Herkesten anlamasını beklemek saçmalık olur.  Becerisi olan insan, zaten beklentiye girmez.
Bu ara, ‘açma’,’açmak’ ve ‘açtırmak’ ifadesi kullanıldığında, Ramazan münasebetiyle olacak; “Sade olsun benim açma” diyenler de çıktı karşıma. Ne denilebilir ki?  Adamın karnı aç. Aklı direk yiyecek de.
Bakın şimdi, laf lafı açtı. Yetenek üzerine bir söz düştü aklıma. Dedim ya, anlamak ta bir yetenek işi diye.
Büyüklerimiz boşa etmemişlerdir, ‘Adam olacak çocuk, b….dan  belli olur’ sözünü. Hep savunduğum gibi, Atasözleri ve özdeyişler hep ilgimi çekmiştir. Bundan olacak, yaşamı çoğu kez bu sözlere göre rotalarım kedimce. Büyük sözü dinlemek gerek. Haksız mıyım…?
‘Kapalı kapıları açmak’  tan, bakın nerelere ulaştı bahsettiklerim. Bir ara, çekimleri Ayvacık Babakale’ de geçen bir dizi vardı. Kısa süreliğine ekranda kaldı. Zafer Algöz başrol oyuncularındandı. Dizinin ismi; “Kapıları Açmak…”
Vallahi ben de bir hoşum… Farklıyım yani. Taktım kapalı kapılara kafayı. Nedenine gelince, dizinin ekrana gireceği geceden bir gün evvel, üstelik gecenin bir yarası, setinde çekim yapıp, Kanal D için, bu dizinin ön haberini düzenlemiştim. Üç günlük uykusuz kaldığımız haber takibi ardından, bir gece yarısı o dizinin setine gidip haber yapmışlığımdan olacak, ‘Kapıları Açmak…’, benim beyinde yer edinmiş. 
Belki de, ekranda pek uzun soluklu yayınlanmayan diziden ötürü bu halim. “Kapıları Açmak…”
Nasıl taktıysam artık bu konuya. Diziye ait detaylar dahi akımda. Misal; Babakale Köyü'nün imamı Mahir Hoca'nın marangoz oğlu Cihan'la, kapı komşuları Gazelhan Hafız Seyit'in torunu Zehra arasındaki aşk sözlenmeleriyle resmiyet kazanır bir hikayesi vardı dizinin.
Cihan'ın ustası marangoz Suphi bu gelişme üzerine kalfasına yürekleri burkan bir iyilik yapıyor,  25 yıl önce sevdiği kız için köyün en güzel tepesine kendi elleriyle inşa ettirdiği evi, talihsizlikler yüzünden muradına erişemediğinden kullanamamıştı.
Suphi Usta 25 yıldır kapısını bile açmadığı evini "Benim aşkım üstüne mühürlenen bu kapıyı sizin aşkınız açacak" diyerek Kalfası Cihan'a hediye ediyordu. Süper senaryo…
Sonrası mı? dizinin sonunu hatırlamıyorum. Sanırım sonu yayınlanmadığı için…
Bu günlük bu kadar. Açık olması gerekirken, kapalı kapılar var ise çevrenizde, e-postama bir ihbar yeter. Gerisi bende… Haydin hoşça kalın..