Elli yaş ve üzeri insanlar yaşayan sesli tarihlerdir. Darbeler görmüşler, memleketin sağ sol çatışmasına şahit olmuşlar ve fiilen yaşamışlardır.

DÜŞÜN– CE
ÖMER YILDIZ
----------------------------------
Türkiye terör örgütleri sorunu ve kalıcı çözüm önerileri
Elli yaş ve üzeri insanlar yaşayan sesli tarihlerdir. Darbeler görmüşler, memleketin sağ sol çatışmasına şahit olmuşlar ve fiilen yaşamışlardır. Onlar bizzat siyasi parti liderlerinin uzlaşmazlığının devletin, hele de polisin ve askerin siyasallaşmasının ülkenin başına ne belalar açtığını yaşayan tanıklarıdır.
Türkiye ikinci dünya savaşı sonrasında ve hele de NATO’ya üye olduktan bir çok defa  iç çatışma ve savaşların eşiğine gelmiştir. Halkımızın sağ duyusu sayesinde vatanımız bölünmemiş, devletimiz yıkılmamış, kardeş kavgası başlamamış ve dolayısıyla da yıkıcılar, bölücüler ve gaflet ve delalet içinde olanların istekleri kursaklarında kalmıştır.
Devletimiz yarınlar için bugünden hazırlık yapmalıdır. Emperyalist güçlerin Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve diğer  Müslüman ülkelerde taşeron olarak  kullandığı silahlı örgütlerin tamamının İslam dinini suiistimal eden dinci örgütler olduğu aşikardır. Taliban, IŞİD, DEAŞ, FETÖ  vs. vs. gibi  örgütler içinden çıktıkları ülkeye ve Müslüman dünyaya kana, gözyaşı ve zulüm getirmeleri tesadüfi midir?  
Dikkat ediyorsanız eğer, FETÖ’de dahil tüm dinci terör örgütlerinin yöneticileri sıkışınca koşa koşa ABD veya Batı ülkelerine sığınmaktadırlar. Bu türden örgütler batılı devletlerden beslenerek kendi ülkelerine düşmanlık etmektedirler.
Devletimizi ve cumhuriyet rejimimizi korumanın yolu hukuktan geçmelidir.  
Devletimiz FETÖ tecrübesini de göz önüne alarak tüm cemaat ve tarikatları sadece dini yoldan değil, mali yönden ve hatta her kanunsuzluk için çıkaracağı  “nereden buldun yasası” ile de denetlemelidir.
Laiklik her türden gericiliğinin ve bağnazlığının ilacıdır. İster bağnaz inanç karşıtlarına karşı, isterse mütedeyyin insanlara karşı yapılacak her türden saldırıyı engelleyecek yegâne unsur demokrasinin ve çağdaşlığın gerekliliği olan laik hukuk düzeni ve yasalarıdır.
Bu fırsatla şu şaşkınlığımı da ifade etmek istiyorum.
Devletin bütçesinden milyarlarca lira verilerek  yaşatılmaya çalışılan Diyanet İşleri Başkanlığımız,  yetersiz kalmakta mıdır ki de  rağmen  Türkiye’deki cemaat ve tarikat faaliyetleri ve sayıları her geçen gün artmaktadır. Bu durum gerçekten enteresandır.
Birkaç bakanlığın bütçesinden fazla bütçeye sahip ve on binlerce çalışanı olan Diyanet İşleri Başkanlığa nasıl oluyor da Türk insanının  cemaatlerin ve tarikatların eline düşmesine mani olamıyor? Türk insanı  diyanete bağlı camilerde dinini öğrenmek ve dinen huzur bulmak  yerine neden aramak devlet dışı yapılanmalara yönelmektedir? Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda neden başarısız olmaktadır? Böyle başarısız bir yapıya bizler neden bütçeden bu kadar para ayırmaktayız? Bu konunun işin uzmanları tarafından araştırılması ve Diyanet İşleri Başkanlığının çalışma ve tesirinin mevcut tüm cemaat ve tarikatlardan daha fazla etkili hale getirilmesi gerekmez mi? Cemaat ve tarikatları Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatından ve personelinden üstün kılan yönler nelerdir?
Ülkemizin yaşadığı dinci terör örgütlenmesinin yanı sıra yaşadığı bir de etnik bölücü PKK terör örgütü sorunu var.
PKK, onlarca yıldır ABD’nin Ortadoğu’da kullandığı bir örgüttür.
Bizler Türkiye olarak onlarca yıldır PKK terör belasıyla boğuşuyoruz.
Ama ancak Türkiye bu tür belaları bıçak gibi kesip atacak kudrete, adalete ve iradeye sahipken yıllardır gerekli olan adımları atamamaktadır. Hâlbuki Türk Milletinin ve devletinin aklı her türlü düşmanı ve elbette ki PKK gibi belaları yok edecek kıvraklığa ve zekaya sahiptir.
Yıllardır süren PKK terörünün arkasında büyük kazançlar kapıları vardır. Mesela esrar kaçakçılığı, insan kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, mafyacılık vs.
Polisimiz, askerimiz, korucumuz ve devletin diğer unsurları canları pahasına her gün ölümü göze alarak ve hatta ölerek PKK belasına karşı büyük bedeller ödeyerek vazifelerini yerine getirmektedir. Onca fedakârlığın karşılığı bu olmamalıdır. Türkiye’nin her gün kanayan bir yarası vardır ve bu yara sadece pansumani tedbirlerle tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Uluslararası hukukun kuralları bellidir.
Türkiye batı devletlerini ve dünyayı yaşadığı bela hakkında kırk yıldır ikna edememektedir. Yahut da batı devletleri Türkiye’nin anlattıklarına ve yaşadıklarına kulaklarını tıkamakta ve gözlerini kapamaktadır. Düşünceme göre; batılı devletler anlattıklarımızla ikna olmak yerine PKK terör örgütünü  ö bile isteye desteklemektedirler. Sözde hepimiz NATO örgütünün üyesi olsak da, aynı örgütün üyesi olan başta ABD ve Yunanistan başta olmak üzere bir çok NATO ülkesi PKK ve benzeri örgütlerin hamisi durumundadır. İşte İsveç ve Finlandiya gerçeği. Güya bu iki devlet NATO’ya üyelik için çırpınıyorlar ama PKK’nın da en büyük koruyucu iki ülke. Eğer NATO üyeliğine kabul edersek PKK terör örgütü NATO içinde iki yandaşı devlete daha kavuşmuş olacaktır.
Tecrübi olarak ifade etmeliyim; Türkiye PKK konuda siyasalı cesur adımlar atmakta ve planlarını hayata geçirmede ciddi isteksizlikler ve eksiklikler gösterdiğini düşünüyorum. Bu işi çözecek olan iktidarıyla muhalefetiyle siyasi partilerdir. Eskiler çözemedi ama şimdiki HDP, CHP, AKP, MHP ,İYİ Parti el ele vererek devletin aklını ve unsurlarını kullanarak, halkımızla birlikte bu sorunu kökünden çözebilir. Bu sorunun çözümü AKP’nin yaptığı gibi çadır mahkemeleri kurarak, açılım süreci altında uygulamalar yapılarak çözülemez.
Onun için Türkiye Batı’ya rağmen başka planları hayata geçirmelidir. Daha önce de yazdım. Türkiye büyümezse küçülme tehlikesiyle karşı karşıyadır. PKK’yı yok etmenin sırrı,  Misak-ı Milli’de saklıdır.
Misakı Milli Kurtuluş Savaşı'mızın siyasi manifestosudur. 28 Ocak 1920'de Osmanlının Meclis-i Mebûsan’ında  oy birliği ile kabul edilmiştir.
Atatürk’ün 24 Nisan 1920 tarihinde TBMM’de Misak-ı Milli sınırları konuşunda şu ifadeleri kullanmıştır.
“En büyük tebeddülat, Güney hududunda olmuştur. Güney hududu İskenderun güneyinden başlar. Halep ile Katma arasından Cerablus Köprüsü'ne müntehi olur bir hat ve Şark parçasında da Musul vilayeti, Süleymaniye ve Kerkük havalisi ve bu iki mıntıkayı yekdiğerine kalbeden hat. Efendiler; bu hudut, sırf askeri mülâhazat ile çizilmiş bir hudut değildir, hudud-ı millî'dir.
Efendiler bu hudud, sırf askeri mülahazat ile çizilmiş bir hudud değildir, hududu millidir. Hududu milli olmak üzere tespit edilmiştir.”
Bu bölgeler İngilizlerin desteklediği ve başlattığı çeşitli isyanlarla elimizden alınmış olsa da bu belgede yazılanlar bizim için hala anlamlı ve geçerli bir vesika ve ata vasiyetidir.  Senelerdir de aynı şeyi savunuyorum. Türkiye Misak-ı Milli’ye uygun olarak Misak-ı Milli sınırlarımız içinde kalan coğrafyada gerekli siyasi ve askeri çalışmaları yapmak zorundadır. Türkiye bu toprakları şimdilik ana vatanımıza katamasa da en azından şu günlerde Irak ve Suriye’de sürüp giden olumsuz şartlarında da yararlanmalıdır. Bu nedenledir ki AKP hükumetlerinin Suriye’de izlediği çeşitli harekatları bu düşünceme hizmet ettiği için destekliyorum hatta eksik dahi buluyorum.  Güney hududumuz boyunca Misak-ı Milli sınırlarımız içinde kalan bölgeleri uluslararası haklar yaratarak koruma ve muhafaza garantörlüğünü elde etmeliyiz.
Türkiye bu bölgenin insanlarını hamisi ve koruyucusu olmalıdır. Suriye ve Irak’la yapacağı ticari faaliyetleri  bu insanlar üzerinden yaparak onları zenginleştirmelidir.
Ne yazık ki Türkiye yıllar yılı Misak-ı Milli sınırlarımız içinde kalan ama şimdiki güney hududumuz dışında kalan Türk, Kürt, Çerkez, Yezidi vs vs akrabalarımıza sahip çıkmamış, çıkmada isteksiz davranmıştır. Bu insanları korumadığı gibi Irak’ın ve Suriye devletinin diktatör yöneticilerinin insafına adeta terk etmiş, ABD ve emperyalizmin kucağına itilmiştir.
Hükumetlerimiz bu amaca ulaşmak için bir yandan gerekli siyasal ve askeri çalışmaları yaparken diğer yandan da acilen yurtiçinde de demokrasiyi ve bireysel özgürlükleri artırmalı, gelir dağılımındaki adaletsizliği süratle yok edilmelidir. Yargımızın bağımsızlığı, eğitim sistemimizin milli şuurla yapılmasını sağlamalı, oradaki insanlarımıza sosyo-kültürel, ticari ve turizm açısından ayrıcalıklar tanınmalıdır.
Bu ütopik bir fikir değildir. Böyle bir düşünce için yola çıksak başarıya ulaşması en az on beş yirmi yıl sürer ve fakat şu an için şartlar fazlasıyla uygundur.
Biliyor ve inanıyorum ki bu sayede ve bu nedenlerden dolayı PKK’ diye bir örgüt kalmayacaktır.
Biz özgür ve güçlü olduktan sonra, kendimizi özgür ve güçlü hissettikten sonra, demokratik laik sosyal hukuk devletimizi muhafaza ettiğimiz ve Atatürk’çe düşününüp Atatürk’ümüzün gösterdiği muhasır medeniyet yolunda yürüdükçe tüm coğrafyamızın can simidi oluruz.
Yeter ki kendimize, ordumuz, demokrasimize ve yargımıza güvenip inanalım.
Değerli okurların bu uzun uzun yazdığım dördüncü yazı. Artık bu kadar uzun yazılarla sizleri bunaltmak yerine daha kısa ve daha öz yazılar kaleme alacağım. Ta ki uzun uzun yazmam gerekene kadar.