Eskiden uyandığımda bunalmaya başlardım.

Eskiden uyandığımda bunalmaya başlardım. Yorganın altından çıkmam dakikalar sürerdi çünkü gözümü odamın tavanını kaplamış olan kara bulutlardan alamazdım. Aynada karşılaştığım da kimdi, üzerimi değiştirmemin ne anlamı olabilirdi? Okula gitmem gerekirdi, işe gitmem gerekirdi, birilerini aramam gerekirdi. Ağlardım. Ya ne bulursam yerdim ya da günlerce ağzıma çikolatalı gofretten başka bir şey sürmezdim. Sevdiğim şarkıların hepsi acıklı ağıtlara dönüşürdü. Sevdiğim herkes yabancı biri olurdu. Çok ağlardım. Ağladıkça çirkinleşir, üstüne bir de çirkinliğime ağlardım. Elim ayağım şişer, giydiğim hiçbir şey yakışmazdı.

Sonra bir şey olurdu, geçerdi. Biri mi güldürürdü, bir gün batımına mı hayran olurdum, ne olurdu bilmiyorum ama geçerdi. Sonra yine gelirdi kara bulutlar. Sonra yine geçerdi.

Depresyonun ne olduğunu öğrendiğim gün kendime teşhisi koymuştum, depresif ergenin tekiydim, asla büyüyemeyecektim, yetişkin bir kadın olamayacaktım, ağlayıp durduğum için hep çirkinleşecektim. Çünkü depresyondaydım işte. Ara ara geçip giden, sonra hemen geri gelen ve nur topları ile hiç alakası olmayan bir depresyonum vardı. Tabii ki doktorlara gittim. Beşer dakika da onlara ağladıktan sonra elimde reçetelerle ayrıldım odalarından, ilaçlar kullanmaya başladım. İyileşemeyecektim. Ağlayıp durmaya devam edecektim.

Bazıları ‘çok takıyorsun kafana, ondan öyle’ diyordu. Babam ‘bizim kız biraz böyle, nerden adını Burcu koyduk’ diyordu. Annem abdest alıp secdeye kapanırsam geçeceğini iddia ediyordu. (Öyle de geçmiyordu, deniyordum.) Hatta bir keresinde aşık olduğum hayırsızlardan biri ‘çok kitap okuduğum için kafamın hep çok karıştığını, biraz az okumam gerektiğini’ bile söylemişti.

Bir kadın olduğumu ve kadınların döngülerle yaşadığını kavradığımda yaşım 19 olmuştu. Ağlaya ağlaya 19 yaşına gelmiştim. Yolu yarılamıştım, muhtemelen 40’ımda erken bir menopozu görmeden üzüntümden ölüp gidecektim de gitmeden o hayırsıza inat biraz daha kitap okumuştum neyse ki. Bu sayede bana neler olduğunu, ismimin lanetinden mi yoksa alnımı secdeye doğru şekilde yerleştiremediğimden mi böyle ağlayıp durduğumu anlayabilecektim.

On dokuzuncu yaşımda Tom Robbins’in kitaplarıyla tanıştım. (Kendisi Amerikalı bir yazar. Blowing Rock isimli bir kasabada doğduğu iddia edilse de ben onun ışıltılı bir asteroidin üzerinde kovboylar gibi bağırıp şarkı söyleyerek bu dünyaya indiğine inanmayı tercih ediyorum hala.)

Birçok hayranı gibi ben de ilk önce Parfümün Dansı kitabıyla aşk yaşamış, ölümsüzlüğün sırlarını keşfettiğim ilk yolculuğumuzun ardından dünyanın en iyi aşk romanı olan Ağaçkakan ile devam etmiştim yola. Ağaçkakan, sürgündeki genç bir prenses ile bir kanun kaçağının aşkını tıpkı Ay’ın evreleri gibi evrelere bölerek anlatan bir roman. Elbette sadece bir aşk hikayesinden çok daha fazlası. Prenses Leigh-Cheri bombacı aşığı Bernard’ı bir tavan arasında aylarca çok özlerken, minik penceresinden Ay’la tanışıyor. Onun sayesinde ben de, Ay’ın bedenime, bana ne yaptığını, aslında bedenimde neler olduğunu, rahmimin döngüsel doğasını anlıyorum.

Ve her şeyi anlıyorum!

Hikayenin burası biraz komik. Yani bunu kurguluyor olsaydım, buraya çok daha ilginç, kimsenin aklına hayaline gelmeyecek bir aydınlanmayı layık görürdüm. Ama benim ayıldığım konu çok daha basit.
 
Kısa bir araştırmanın ardından benim için çok büyük, insanlık için küçücük aydınlanmamı iyice genişletiyorum. Acı çekmek zorunda olmadığımı, hormonlarımdaki bazı dengesizliklerin beni duygusal, öfkeli veya aşırı hareketli hallere sokabileceğini öğreniyorum. Dahası ‘ben şanslı olsaydım anamdan oğlan doğardım’ demeyi bırakıyorum ve kadın olmaya ba-yı-lı-yo-rum. Bir Ay günlüğü tutmaya başlıyorum, doğurganlığı anlıyorum, ayın bazı günlerinde neden öyle-bazı günlerdeyse neden böyle hissettiğimi keşfediyorum. Bunun bir lanet olmadığını, hormonlarımı dengelersem ve döngülerime uygun yaşarsam depresif hallerimle ve hormon danslarımla baş edebileceğimi öğreniyorum.

Artık uyandığımda bunalmaya başladığım sabahlarla aramız çok daha iyi. Kara bulutlarla da, çikolatalı gofretlerle ve diğer her şeyle de. Ağladığımda çok çirkinleştiğimde bile aynada kendime öpücük atacak gücü bulabiliyorum.
SEVGİYLE KALIN….