.

 
Bir tarih yitip gitti. Sesi halen kulaklarımda. Hasta yatağında iken, kendisine telefonla ulaşıldığı anda, üstelik de şunun şurasında iki gün önce;
“Hadi Mehmet ağabey kalk. Yazını bekliyorum” diyerek, derginin Haziran sayısı için makele isteyen Hasan Sami Er’ di.
 
Aradığı isim; Mehmet İhsan Gençcan’ ın söylediği ise: “İnşallah…”
 
Kalkamadı yatağından. Dün veda etti Fani Dünya’ya.. Biliyorum ki, son sözleri Kelimeyi Şahadetti…
 
Peki ya dahası. Dahası neler söylemek geliyor içimden, lakin biliyorum ki, sözcükler yetersiz kalacak. Susuyorum o vakit.
 
Haberi olsa şu anda,  yayımlanmamış şu kaleme aldıklarına ulaştığımdan; “Aferin sana…” yı kapardım o kesin. Öyle ya, “Gazetecilik atlatmaktır” derdi her vakit.
 
Peki ya, ben kimi atlattım şimdi…?
 
Söylenecek söz çok, fakat kelimeler yetersiz kalacak. İyisi mi, ben Mehmet amcanın son yazdıkları diyeyim.
 
Ömrünü adadığı, hep araştırdığı Çanakkale Savaşları, deniz ve kara harbi olarak iki başlıkta geçse de, Mehmet İhsan amca için Çanakkale bir di, vatan uğruna can verenlerin, gözünü kırpmadan toprağa düştüğü kutsal bir yerdi.
 
Severdi tarihi araştırmayı. Savaşları, kahramanlıkları. Hele hele, birebir ve de abartısız yaşanılanları.
 
Son yazısının başlığıydı; “TEKSTİL CASUSLUĞU…”
 
Merak etme de dur hadi. Nedir yahu bu ‘Tekstil Casusluğu…?’
 
Buyurun işte, yitip giden, fani dünyaya resmen veda eden Mehmet İhsan amcanın son yazısında kaleme aldıkları.
Ve de, hayli düşündüren şekliyle, son satırlarında sordukları…
 
“Esasen, Birinci Dünya Savaşımın en önde gelen nedenlerinden ve amaçlarından birisi: Dünya yüzünde en büyük İslâm devleti olarak görülen Osmanlı’nın, (Avrupa’da ve Asya bölümü de dahil) Hristiyan güçler tarafından paylaşılması ve İslâm aleminin son bağımsız devletinin ortadan kaldırılması hedefidir. (İncil’de de, bu ifadeyi görmek ve okumak mümkündür.)
“Türkiye’nin XVI. Asır sonlarından bu yana, Avusturya-Macaristan sonra ve bilhassa İtalya, Fransa ve İngilizler, hâsılı bütün Avrupalılar tarafından siyasî, İktisadî ve askerî bir abluka içine alınışı 300 yıldan fazla sürmüştür. Bu muazzam zaman içinde, bizi yıkmak isteyenlerin, Türkiye’yi sadece dışarıdan zorladıklarını sanmak, aşırı saflık olur.
Meselâ biz, bir zamanlar, dünyayı bir hararet gibi saran milliyetçilik cereyanını, Türkiye’ye Namık Kemal’ler, Ahmet Vefik, Süleyman Paşalar, Ali Suavi’ler getirdi zannederiz.
Hâlbuki milliyetçilik cereyanı, Türk topraklarına bu Tanzimat milliyetçilerinin eser verdikleri tarihten çok daha önce girmiştir. Ama Türkler arasına değil... O zamanlar Türk topraklarında yaşayan Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, Araplar ve hatta Kürtler gibi, bize tâbi kavimler arasına... Milliyetçilik, hatta hürriyet ve istiklâl fikirleri, bu kavimler arasında, Ruslar ve Avrupalılar tarafından, onların hayrı için değil, fakat bizi yıkmak için, çok plânlı bir şekilde ve bir kundak gibi sokulmuştur.
Çünkü bu milletler, hürriyet ve istiklâl kazanınca, başlarını alıp gitmeyecekler, bizden ve bizim vatan parçalarımızla birlikte kopacaklardı.
Bugün çok acı bir şekilde biliyoruz ki Türkiye’yi içeriden yıkışın en plânlısı olan bu hareketler, o zaman da, sözüm ona, birer ideoloji hareketleriydi. Fakat aynen bu açıkladığımız neticeyi vermişti.
Demek istiyorum ki Türkiye’nin çeşitli beşinci kollar tarafından, türlü ideoloji oyunlarıyla içeriden yıkılışı yeni değildir.
Bugün Türkiye’de bir takım halk kütlelerini isyana teşvik faaliyetlerinde bizi kuşatan devletlerin zehirli hissesi vardır. Hâlâ böyle faaliyetlerin, Türkiye’de nasıl devam ettiğini ise, sizler çok iyi biliyorsunuz; kuşkusuz bunları hep biliyoruz. Sırf bu konular mı? Hayır. Şimdi biz konumuza dönüyoruz
Bu batı devletleri, bin yıl öncesine kadar doğunun çok gerisinde olduğunu, doğudan aldıkları, abarttıkları, geliştirdikleriyle ilerlediklerini tarihî belgeleri incelediğimizde anlıyoruz.
Bu olayların tarihî kökenine indiğimizde insanı hayretler içinde bırakan, o müthiş belgeler önünüze dökülüverdiğinde:
İngilizlerin, Türklerin kumaş dokuma ve boyama sırlarını çalma çabaları 1583’te başlayıp kesintisizce 300 yıl sürmüş. 1800’lerde dünya tiftik yünü tekelini Türklerin elinden almak üzere, Türkiye’den damızlık tiftik keçilerini kaçırıp, Afrika’da çoğalttıklarını yine kendilerinin ortaya çıkardıkları belgelerden öğreniyoruz.
“Tekstil Casusluğu” Hayret doğrusu!
Okullarımızda ders olarak okutulacak kadar önemli ve fevkalâde bir konu; al programa hiç olmazsa Meslek liselerinde çocuklarımız öğrenir.
 
Değerli bir araştırmacı Hamit Dereli 1951’de yayımladığı “Kraliçe Elizabeth Devrinde Türkler ve İngilizler” adlı kitabında, bu belgeyi doğrudan o yıllarda yayımlanmış olan bir İngiliz kaynağından ele geçiriyor...
Hamit Dereli, 1552 Londra doğumlu İngiliz coğrafyacı Richard Hakluld’un, 1589 yılında yayımladığı, “The Principali Navigations, Vaiages and Discoveries of the English Nation” (İngiliz Ulusunun Belli Başlı Deniz Seferleri, Gezileri ve Keşifleri) adlı sekiz ciltlik çalışmasından aktarıyor ve şöyle diyor:
“26 Şubat 1583 tarihinde Sir William Harbome tekrar İstanbul'a geldi. Bu kez Kraliçenin korumasında bir ticaret kuruluşunun temsilcisi olarak değil, tam yetkili bir İngiliz Elçisi olarak gelmişti. Kraliçe Elisabeth, politik faaliyetlerinin yanı sıra, Elçi’nin Türkiye’de bazı ticari ve teknik olguları öğrenmesini ve İngiltere’ye getirmesini istiyordu. Kraliçe’nin bu İngiliz Elçisi’ni Osmanlı topraklarına bir kumaş, iplik, boyama ve dokuma sanayii casusu olarak gönderdiğini gösteren buyrukları şöyle sıralanıyordu:

  1. Türkiye’de kumaşları maviye boyamakta kullanılan çivit otunun tohumu (anile) ve fidanı İngiltere’ye getirilecek.
  2. Bunun nasıl hazırlandığı ve karıştırıldığı öğrenilecek.
  3. Türkiye’de boyacılıkta kullanılan bütün otlar bulunup İngiltere’ye getirilecek.
  4. Yaprakları, tohumları veya kabukları yahut odunu, boyacılıkta kullanılan bütün ağaçların tohumu veya fidanı İngiltere’ye getirilecek.
  5. Bu işte kullanılan bütün bitkiler ve çalılar İngiltere’ye getirilecek.
  6. Boyacılıkta kullanılan bütün topraklar, madenler, bunların bulunduğu yerde iyice incelenecek. İngiltere’de bu gibi yerlerin çabucak nasıl tanınacağı öğrenilecek.
  7. Boyacılıkta kullanılan maddelerden başka bir boyama sanatı da öğrenilecek.
  8. Mısır’daki Muhaisire şehrinden İstanbul’a ve oradan da İngiltere’ye getirilecek. (Susam ticareti genellikle İskenderiye ile İstanbul arasında yapılır. Bunun için elde edilmesi kolaydır. Bu tohumdan yağ çıkarılır ve Muhaisire’da birçok fabrikalar bununla işler. Bu tohum İngiltere’de yetiştirilecek olursa, kumaş ticaretimize sınırsız yararlar sağlar. Bu kasaba Nil nehri üzerindedir. Venedik’e ve daha birçok İtalyan şehirlerine, Anvers’a susam oradan gelir.)
  9. Türkiye’deki her çeşit kumaş ve bu kumaşların bütün üretim aşamaları incelenecek.
  10. İngiltere’nin çıkan için başka kumaşlardan çok, Türkiye’nin İngiliz boyalarıyla boyanan kumaşlarımızın satışına önem verilecek.
  11. Cezayir ve Tunus için yapılan şapkalarımız için Pazar aranacak. Çünkü halkımıza büyük kazanç sağlayabilir.
  12. Norwich ipliğinden veya diğer ipliklerden dokunan çorapların satılmasına çalışılacak. Bu büyük bir ticaret halini alırsa yoksul halkımıza büyük kazanç sağlar. Bu yolla hem ürün hem boya satışımız artar. Birçok kimse iş bulur.
  13. Yoksul halkımızın yaran için, safran taşı satışı arttırılacak, geniş ölçüde satış bulunursa birçok kimselere iş çıkar.”
 
XVI. Asırda Türkiye’de dokumacılık ve boyacılık sanatları pek ilerlemişti. Ayni tarihlerde İngilizlerin bütün enerjileri kumaşlarını ve boyalarını ıslah etmek, satışlarını arttırmak, kendi sanayi mamulleri için geniş pazarlar bulmak üzere teksif edilmişti. Bunun için Türkiye’nin meşhur nadide yünlü kumaşlarından mostralar alıp İngiltere'ye götürülecek. Diers Hail (Boyacılar Çarşısı)’nda teşhir edilecek, İngiliz boyacılarının kendi maharetleri hakkında besledikleri yanlış fikirler kafalarından silinecekti. Yine Türkiye’de bulunan İngiliz ticaret mümessilinden, “İpekli ve yünlü kumaşları boyamakta usta iki delikanlı” isteniyordu. Bu ustalar alelade vasıtalarla temin edilemezse, her hangi bir paşanın yardımı ile o da olmazsa İstanbul'da ikamet eden Fransız elçisi marifetiyle temin edilecekti. Bunun için mümessile İstanbul’a varır varmaz Fransız elçisi ile tanışması ve dost olması tavsiye olunuyor. Bu gayeye erişmek için her şeye başvurmaktan çekinmemesi söyleniyordu. Yine bu vesikalardan birinde
 
İngiliz ticaret mümessiline Cezayir ve Tunus’ta “Bonetton Colorodos Rugios” (Kırmızı renkli başlık) adı verilen kenarsız bir nevi İskoç serpuşu için Türkiye’de Pazar bulması hakkında talimat veriliyordu. Bundan şu sual hatıra geliyor. Acaba fes İngilizler tarafından mı Türk ülkelerine getirilmiştir? Fes kelimesinin etimoloji bakımından Şimali Afrika’da Fez şehriyle ilgili olması, bunun böyle olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.”
Kraliçenin Osmanlı’ya (Buyruğun İngilizce aslında yer alan adıyla Türkiye’ye) gönderdiği elçiye verdiği görevler arasında Türk dokumacılık bilgi ve teknolojisinin çalınmasından başka, iki Türk kumaş boyama ustasının ne pahasına olursa olsun İngiltere’ye getirilmesi vardı. Demek ki, bugün bilgi ve teknoloji üstünlüğüyle dünya devleri arasında yer alan İngiltere, bundan 400 küsur yıl önce Türkiye’den bilgi ve teknoloji hırsızlığı yapacak kadar muhtaç bir durumda bulunuyordu.
İşte bu İngilizler, Kraliçenin 1583’te gönderdiği elçiye verdiği Türklere “kenarsız bir tür İskoç şapkası” Fes giydirme buyruğunu 250 yıl boyunca unutmamışlar, sonunda 1832’de 2. Mahmut döneminde Türklere bunu giydirmeyi başarmışlardı. Hey gidi günler hey!
Görüyor musunuz? Fes’in, nerelerden gelip başımıza konduğunu!”
 
Böyleydi son yazısında ifadeleri. Düşündürüyordu suhalleri. Bu gün son yolculuğuna çıkıyor Mehmet İhsan amca. Pek sevdalısı olduğu Çanakkale’nin toprağında, ebedi dinlenmeye çekiliyor bedeni. Allah rahmetini esirgemesin üzerinden. Güle güle Mehmet İhsan amca…