Birilerinin organik dediği  biber gazı bombaları  ve adına su deseler de, sudan ziyade kahverengimsi  sıvı karışıma dönüşmüş biber gazlı sular yaşlı insanların çoğunlukta olduğu kalabalıklar üzerin

Toplanan halkın yaptığı tek şey  seyircilikti ve “ Ne Mutlu Türküm Diyene, Mustafa Kemal’in Askerleriyiz “ türünden  sloganlar atıyorlardı. Toma tankerleri su tabancalarından nokta atışı yaparak biberli sularını insanların üzerine boca ediyordu.

 Olayları çadırlar bölgesinden izlerken  biber gazlı sudan etkilenmiş insanların gözlerini peçetelerle silmeye çalışırken çocukluk arkadaşım Turgut’un fena halde ıslanmış ve hırpalanmış vaziyette birilerin yardımıyla çadırlara doğru götürüldüğünü gördüm ve müdahale ettim. Biber gazlı sudan sırılsıklam ıslanmış Turgut, sinirden mi, soğuktan mı, çaresizlikten mi bilmem ama zangır zangır titriyordu. Gözlerini sıkı sıkı kapamıştı ve acıdan açmasına imkan yoktu. Gözlerine limon pansumanı yapıp peçete ile silerken yaşadıklarımıza kahrediyordum. Arkadaşımız Yücel yardımımıza yetişti.

 Durum vahimdi. Bütün kadınları cephedeymişiz gibi biber  gazından etkilenenlere yardım etmek için birbiriyle yarışıyordu. Yüzbinlerin yarısı zaten kadınlardı.

 Yücel’le Turgut’un koluna girerek bir sandalyeye oturttuk. Gittikçe acı çeken çocukluk arkadaşımın başına bir şey gelmesinden, ciddi sağlık sorunları yaşamasından korkuyordum. Meğer o ana kadar yaşadıklarımız, biraz sonra yaşayacaklarımızın yaşında hiçbir şeymiş.

 Sağlık çadırından doktorlardan birini alarak Turgut’u götürdüm Doktor benden önce kabalığı yayarak ona ulaşmıştı. Rahatlamıştım. Ne de olsa artık bir doktor dostuma müdahale edecekti. Doktorun isteği üzerine  Turgut’u ilk yardım çadırına götürdük. Her taraf hınca hınç gazdan etkilenmiş insan doluydu. Doktor Turgut’u muayene ederken  Yücel kalabalık yapmamak üzere dışarı çıktı. İşte ondan sonra olanlar oldu.

 Polis panzerinin ustalıkla ateşlediği biber gazı bombası  ilk yardım çadırının giriş kapısında patlamıştı. Biber gazı içeriye doluyordu ve nefes alamıyorduk… Gözlerimiz yanıyordu. Boynumdaki kaşkolü çıkartıp bir ucuyla Turgut’un yüzünü kapatırken  diğer ucuyla aynısını kendim için yapmaya çalışıyordum. Ama nafileydi. Biber gazı bombasının sisinden  göz gözü görmüyordu. Doktorun can havliyle dışarı çıktığını gördüm.

 Gençlik yıllarımda daha üsteğmenken sis bombasının atıldığı bir odada dakikalarca kalmıştım. Ama bu lanet şey hiçbir şeye benzemiyordu. Askerimize düşmana atılacak bombalar arasında gösterdiğimiz ve anlattığımız kimyasal bir silah olan biber gazını şimdi bedenimde, ciğerimde, gözlerimde, tenimde hissediyorum.

 Çaresi yok ölecektik.

 Çadırın kapısındaki puslu ışığa doğru yürürken öksürükten ciğerim parçalanıyordu ve yanan gözlerimin kül olacağını düşündüm. Biraz kaç saniye yarı temiz havayı ciğerlerime çekip kendime geldiğimde Turgut’un da çadırın ağzına kadar geldiğini ve benden daha fazla acı çektiğini gördüm. Yanına gidip ayağa kaldırdım. İkimizde inliyorduk. Her taraf  bizim gibi insanlarla doluydu. Çığlıklar ve patırtı sesleri etrafımızı sarıp sarmalıyordu.

 Tek amacım Turgut’u ve kendimi oradan çıkarmaktı ve ben Turgut’tan daha iyi haldeydim. Bomba tatmada ve biberli su yemede  Turgut iki bir öndeydi.

 Turgut mu beni, ben mi Turgut’u götürüyordu bilmiyorum ama azrailin önünden el ele tutuşmuş kaçıyorduk.Turgut kör, ben yarı kördüm.

 Sürekli olarak;

 - "Abi dayan…Yürü abi… Şu cehennemden çıkalım abi" diyordum…

  Turgut'sa; 

- "Gözlerimi bir açsam, azıcık etrafta neler olduğunu göresem" diyordu.

 Sanırım arar ara gözlerini açarak fuluğ da olsa, küçük küçük sahneleri görmeyi de başarıyordu.

Çadırın önünden daha iki metre uzaklaşmadan bir biber gazı bombası daha yanımızda  patladı. Bağıra çağıra küfürler savura savura, acılar içinde kıvranarak  konteynırların  yanına zor gittik. Niyetim bir an önce çadırlar bölgesinden uzaklaşmak ve temiz havaya çıkmaktı.

 Konteynırların ve haki ilk yardım çadırının yanından iki kör arkadaş gibi inleye ineye zor ilerliyorduk. O beş metre, sanki kilometreye dönmüştü. Bitmek bilmiyordu. Her taraf dumandı. Çadırın batı bitimine geldiğimizde  ve yarım metrelik bir yükseltiyle karşı karşıyaydık. O halimizle düşe kalka çadırın arkasına çıkmayı başardık.Polisler olaya hiçbir müdahalesi olmayan  bizlere  bir bomba daha fırlatmıştı. Bomba tam önümüzde patladı. Üzerimdeki kırmızı yağmurluk  nişancının işini mi kolaylaştırıyor diye düşündüm? Bin bir güçlükle sürüne sürüne, salya sümük birbirine karışmış vaziyette yüz metre kadar uzaklaştık. Temiz hava ciğerlerimize doluyordu. Yamacın eteklerine, otların üzerine oturduk. Şimdilik emniyetteydik.

 Turgut sırılsıklamdı ve titremeye devam ediyordu. Islamış parkasını  üzerinden çıkardım üzerimdeki yağmurluğu giydirdim. Hala üşüyordu. Birileri yüzümüze limon sürüp peçeteyle silerken buna sebep olanlara en ağır küfürleri  saf ediyorlardı. Yaşlıca bir arkadaş, Turgut’un üşümesini gidermek için sırtını ovuştursa da bir faydası olmadı. Kabanımı da çıkarıp titreyen Turgut’a giydirdim.

 On üç yaşında, askeri liseden beri tanıdığım sevgili dostumla, kaderin cilvesi olarak Silivri mahpushanesinin önündeki uçsuz bucaksız yemyeşil tarlalarda, düşmana saldırır gibi saldıran polisin ve jandarmanın karşısında çaresizdik. Tek silahımız yüreğimizde yaşayan vatan sevgi, bağımsızlık ve özgürlük coşkumuz ile elimizdeki bayraklarımız ve Atatürk resimlerimizdi.

 Türk bayraklı, Atatürk flamalı insanlar  acaba  devletin kolluk güçleri için ne anlam taşıyordu? Bölücülere hoşgörünün en güzelini gösteren devlet, kendisini kuran Türk Milletine karşı acaba düşmanlık mı besliyordu? Bir türlü anlayamadık.

 Yağmur çiseliyordu. Devletimizin attığı bombalar üzerimize  yağıyordu. Ve biz hala devletimizi ve ordumuzu, vatanımızı seviyorduk. Çünkü bu devlet, bizim devletimizdi. Bu devlet Atatürk’ün kurduğu Türk devletiydi.

Bu duygular içinde kıvranırken bir hanım üzerindeki kabanını çıkarıp giymem için uzatırken  gözlerimin dolduğunu, ağlamaklı olduğumu hissettim.

 Biraz sonrada çocukluk arkadaşlarımız bizi tarlanın ortasında buluverdiler. Gökan'ın üzerinden çıkarıp verdiği gocuğunu giyerken hanım arkadaşın  kabanını da iade ettik. Deri gocuk üzerimi zırh gibi kaplayarak beni soğuktan korumaya başlayınca biraz rahatladım. Bu rahatlığın verdiği huzur içinde düşünceler ve duygular birbirini kovalıyordu.

Silivri’de devletin üzerimize fırlattığı  biber gazı bombaları, canımızı yakmaktan ziyade ruhumuza acı veriyordu. Bunu bütün benliğimle hissediyordum. Dostlarımda sanırım aynı duyguları yaşıyorlardı.

 Temiz hava Turgut'a  iyi gelmişti. Gözlerini açmıştı ve  artık üşümüyordu.  Eski neşeli halindeydi...

 Sevinçle;

 - "Ulen Turgut kelini öpeceğim" dedim.

 Ve kel kafasına okkalı bir öpücük kondurdum …

 Hay öpmez olaydım.

 Beş dakika geçmeden dudaklarım biberin gazının etkisiyle yanıyordu.

Yüzümü yıkadım ama etkisi devam etti.

Silivri'de bugün çok tecrübe kazanmıştım.

Aman Dostlar, siz siz olun,

Sakın Silivri’de devletin gazını yemiş bir kelin kafasını öpmeyin…

Yoksa benim gibi yanarsınız…

 

Bu öyküde adı geçen sevgili devre arkadaşımı Turgut Süllüoğlu’nu birkaç sene önce kaybettik. Ruhu şad olsun.