Hastanenin bahçesi, aydınlatma lambalarının soluk ışığı altında açlıktan ve yorgunluktan  mecali kalmamış insan gibiydi .

 
Yürüyen, koşuşturan insanlar, cankurtaran sesleri, ağlamalar, feryatlar bahçenin sıradan olaylarıydı. Oldukça bakımlı bu asker hastanesi hiç uyumaz, günün yirmi dört saati ülkenin hatta dünyanın bir çok yerinden gelen hastalara şifa verir, dertlerine derman olurdu. Hastanenin ortopedi kliniğinin beş yıldızlı otellerle yarışacak konfora sahip odaların müşterileri, genellikle uzun süreli tedavi gören gaziler ve bazen de vatandaşlar olurdu. Ne kadar lüks olsa da, ne kadar ilgi alaka olsa da hiçbir insan, buranın müşterisi olmak istemezdi….    
Ama  bu klinik sakinleri, kliniği hastanenin en şen şakrak kliniğine çevirmişlerdi. O, upuzun koridorları bazı geceler, belli bir saatten sonra lunaparkların en eğlenceli  kısmına, çarpışan arabalar parkuruna dönüştürürlerdi. Diğer kliniklerin hastalarınca da  sık sık ziyaret edilen bu koridor, hastanenin moral deposuydu. Klinik  yatanları, o kadar şamatacı ve gırgırdılar ki koridordaki ankesörlü telefonların bazılarının üzerine  “yalan telefonu” diye yazmışlardı.     
Buranın, yani ortopedi kliniğinin  misafirlerinin dikkat ettikleri en önemli şey “hiç bir şeydi”. Aslında duyarsız olmamaları gerekiyordu ama öyleydiler işte. Böyle düşünmelerine kim engel olacaktı ki?…    
El ayak çekilir çekilmez tekerlekli sandalyelere mahkum edilmiş misafirler , odalardan birer birer çıkıp upuzun koridorun bir ucunda toplanmaya başlardı. Kıdemli hastaların belirlediği yarışmacılar ve kendi isteği ile yarışmak isteyen gönüllüler, tekerlekli sandalyeleri ile başlangıç çizgisinde durur, en yeni misafirin işareti ile koridorun sonundaki saksılara kadar yarışırlardı…Bitiş  çizgisinde en kıdemli hasta hakem olurdu…Bu rutin yarışlarda birinci olmakla sonuncu olmanın çokça da önemi yoktu. Yarışların tek faydası, yarışmacılara  tekerlekli sandalyeyi  vücudunun bir parçası gibi görmelerini sağlamasıydı…Son zamanların  yarışların kaybetmezi  Erzurumlu Esat çavuştu.   
Bu standart, keyfe keder yarışların yanı sıra bir de sevimsiz yarışlar olurdu. Ülke belası teröristlerin döşediği mayınlarının patlaması durumunda   veya çatışma haberi alınca derhal o akşam bir yarış düzenlenirdi. Bu yarışı da, bu yarışta sonuncu olmayı da kimse istemezdi.   
Kliniğin sakinlerinden, tekerlekli sandalye  kullananlar arasından kurayla beş yarışmacı seçilir ve bu beş kişi yarışırdı. Genelde yarışma en kıdemli hastanın işareti ile başlardı. Yarışmada ne birinciye ne ikinciye ne de üçüncüye ödül verilirdi. Ama yarışta sona kalan yarışmacının mükafatı, mayına basmış yada kazaya uğramış birinin ameliyat sonrası kliniğe gelmesi durumunda ,  ona refakat etmesi ve onunla aynı koğuşu paylaşmasıydı. Şimdiye kadar  yarışların sonucuna itiraz eden çıkmadı…Bu yarışlar, bir eğlenceden ziyade, hastaya moral ve motivasyon veren bir terapinin ilk ayağıydı.. Neticede refakat edecek olanı da, böyle  bir yarışı kaybeden biri teselli etmişti.       
Aslında yas tutukları da olurdu. Özellikle aralarına yeni biri katıldığında daha  da bir hüzünlenirlerdi…Sadece içlerinden biri taburcu olduğunda sevinirlerdi. O sevinçte  buruk bir sevinçten öteye gitmezdi. Hem nasıl sevinç yaşayabilirlerdi ki?... Taburcu olup ayrılanların anlattığına göre, buradan ayrılır ayrılmaz hayatın bütün acımasızlığını, insanların duyarsızlığını görmek, hissetmek , yaşamak onları korkutuyor ve kahrediyordu.     
Siz bilmezsiniz ama, bir çok yerde mezarlıkların bir köşesinde, can vermemişlerin,  ölmemişlerin vücutlarından kopan parçalarının gömülü olduğu mezar vardır. Bu, ruhuna fatih okunmaz  mezarların sahipleri çoğu zaman duyarsızlıklardan ötürü aslında yaşarken ölürler….
*****     
Sessiz geçen bir kışın ardından yine sesler duyulmaya başlamıştı. Ortopedi kliniği sakinleri her ihtimale karşı yarış düzenlemeye karar verdiler. Bu yarış, vakit geçirmek için yapılan yarışmalar kadar şamatalı olmazdı. Yarış, sessizce ve hiç itirazsız yapılırdı.      
Kurada çıkan Sadık Çavuş her zamankinin aksine, yarış başladığında hiç gayret sarf etmediği gibi,neredeyse yarışı bile yaptırmayacaktı. Sanki başlamadan kaybetmeye razıydı. Hiç kimse anlam veremedi bu isteksizliğine. Aslında Sadık Çavuş da niye böyle davrandığının  nedenini bilmiyordu ve Sadık çavuş ilk defa o yarışı kaybetmişti…
*****      
Bir zaman sonra bir Mehmetçik hastaneye getirildi. Günlerce  süren ameliyatlar ve uzun   yoğun bakım günlerinden sonra, servise getirileceğini söylediğinde, Sadık Çavuş hastanın kalacağı koğuşa doğru  tekerlekli sandalyesini sürüyordu…     
Akşam yediye doğru hasta baygın vaziyette koğuşa getirildiğinde Sadık Çavuş çoktan koğuşa yerleşmişti bile… Gelen yaşlıca biriydi. Yaşlı olup da kırkında, ellisinde de değildi. Askere geç gelenlerden biriydi işte. Yeni koğuş sakini sadece bacağından değil başka yerlerinden de yaralanmıştı. Hastanın kendine gelmesi günlerce sürdü. Bu süre zarfında ortopedi kiniğinde hiç şamata olmadı. Herkes koğuşun kapısından bakıp bakıp gitti.     
Bu aygın baygın geçen günlerde Sadık Çavuş yeni oda arkadaşının yanından hiç ayrılmadı. Birkaç saatlik uykuyu da saymazsak gözünü arkadaşından  hiç ayırmadı...   
Odaya bakıp giden sessiz ziyaretçilerinde sonu geldiği sırada Ankara lapa lapa yağan kar altındaydı.Sadık Çavuş nazlı nazlı süzülerek dökülen kar tanelerini seyrederken, gecenin sessizliği  bir gürültüye yırtılmıştı.Sadık Çavuş, iç güdüsel olarak yatağın üzerinde tam siper yapmıştı...Sonra kendine geldi. O kahrolası, ayağını koparan mayının gürültüsü  bir türlü beyninden silinmemişti. Kendini toparlayıp sesin geldiği yöne baktığında oda arkadaşı ihtiyarın yere kapaklanmış vaziyette görünce hiç istifini bozmadı. Hiç konuşmadı. Yardım da etmedi.    
Kalçaya yakın yerinden ayakları kesilen yeni oda arkadaşı ihtiyar, burnunun kanamasına aldırmadan bir müddet öylece kalakaldı. Sonra secde eder gibi toparlanmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Sırt üstü döndü. Kesik ayaklarını karnına doğru çekip baktı. Ne odadaki Sadık çavuşun, ne de nerede olduğunun farkındaydı. Dakikalarca sessizce ağladı. Kendine gelince sürüne sürüne yatağına yanaştı. Çıkmaya çalıştıysa da başaramadı.  Ne beyni ne de uzuvları daha ayaksız haline alışamamıştı.    
Sadık Çavuş yatağından inerek, tek ayağının üzerinde sekerek ihtiyarın yanına vardı. İhtiyar, nihayet etrafını fark etti. Sadık’a baktı. Hiç konuşmadılar. İhtiyar, Sadık Çavuşun  yardımıyla yatağına çıkıp sırt üstü uzandı. Bir müddet uzaklara bakar gibi dalıp gitti. Sadık Çavuşa dönerek;
-   Ne zamandan beri buradayım, dedi.
-   Belki on beklide on beş gündür buradasın diye cevap verdi Sadık çavuş.
-   O kadar oldu mu? Diye sordu ihtiyar…Sadık Çavuş evet der gibi başını salladı.
-   Ayaklarım çok kötü gitmiş… Sadece kara bir duman ve alev topu hatırlıyorum…
Sonra  sustu…Canı sigara çekmişti
-   Sigaran var mı? Sadık Çavuşun uzattığı sigarayı yaktı. İkisi de konuşmadan sigaralarını tüttürürken;
-   Sende mayından mı? Diye sordu ihtiyar…
-   Evet mayın. Tek ayağım orda kaldı…Ama Allaha şükür ellerim sağlam…
-   Doğru... Ellerimiz sağlam...Buna da şükretmek lazım… Adın ne senin ?
-   Sadık… Sadık Çavuş…
-   Benimde Ahmet…Asteğmen Ahmet…Sivilde ne iş yapardın Sadık Çavuş
-   Minibüs şoförüydüm İstanbul’da… Ama şimdi buradayım…Ne yapalım kader böyleymiş
-   Bende İstanbul’dayım…Elektrik mühendisiyim. Evli misin?
-   Değilim dedi Sadık çavuş.
Ahmet kendisine sorulan şeylere cevap veriri gibi konuşuyordu.
-   Ben evliyim…Ayşe ile evliyim. Ayşe’m de benim meslekten sayılır… Elektronik Mühendisi… Yurt dışında. Firması götürdü. Askerlik biterken dönecek dedi.
Sonra devam etti…
 
( BU HAFTA DEVAM EDECEK)