Çarkçıbaşı yeğenim paylaşmış. Okudum haliyle. Başlığı şöyle idi bahsedeceğim o hikayenin; “BU HİKAYEYİ ZEVKLE OKUDUM,  BİR DE SİZ OKUYUN...”



Çarkçıbaşı yeğenim paylaşmış. Okudum haliyle. Başlığı şöyle idi bahsedeceğim o hikayenin;
“BU HİKAYEYİ ZEVKLE OKUDUM,  BİR DE SİZ OKUYUN...”
Belli ki, güzel bir hikaye idi paylaşılan. Denizci adam sonuçta benim çarkçıbaşı yeğen.  Boşa düşünmezdi böyle. Yaşa Murat yaşa…
Hayat ve hayatın içindeki değerleri bilir, ona göre de notunu verir, yaşanılanlara benim yeğen.
Kim mi o yeğen..? Yaşa yaşa dediğim, ömrünün bir kısmını da su altında geçiren yeğenim. Yani,   Murat Sürek..
Başladım bu düşünce haliyle, paylaşılan hikayeyi okumaya. İyi ki de okumuşum. Güzeldi denilenler ve de verilen mesaj.
Özetlemeye çalışayım demeyeceğim. Çünkü kaleme alınanlar bir bütünlük içinde. Ne si özetlenebilir ki?
İlk satırlar diyeyim ve keleme alınanları, yani Dr. Mehmet Uhri’nin yazdıklarına döneyim.
Şöyle başlıyordu ilk satırlar; “Arabamız su kaynatmasa durmayacaktık, o sıcak yaz günü Balıkesir'in Savaştepe ilçesinde.
Yola çıkmadan önce arabaya bakım yaptırmış, hararet sorunu olduğunu söylememe rağmen arıza bulamamışlardı. Dağda su kaynattıktan sonra motorun soğumasını bekleyip ancak Savaştepe'ye kadar gidebilmiştik.
Birlikte yolculuk ettiğim eşim ve kızımın da canı sıkkındı. Günlerden pazardı ve her yer tatildi.” İfadeleriyle bahsediliyordu günden söz edilirken. Yana tam da bugünkü gibi bir Pazar günüymüş hikayenin geçtiği gün.
Bir hafta sonu tatilini zehir eden benzer olay kimin başına gelse, sanırım aklından hiç çıkmazdı böylesi bir yaşanan.
Döneyim hikayenin kalan kısmına. Doktor beyin yazıya dökerek aktardıklarına.
Şöyle geliyordu sonrası denilenler;  “Sanayi sitesinde arabaya baktıracak birilerini aradık, bulamadık. Can sıkıntısı ve çaresizlik içinde söylenirken tamirci aradığımızı duyan birileri aracılığıyla tanıştık; Hüseyin amcayla.
Elinde küçük bir alet çantası vardı. Yardımcı olmak istediğini söyledi.
Motora yaklaştı, sesini dinledi. Kontağı kapatıp tekrar açtı. Hiçbir yere dokunmadan uzun uzun motoru ve çalışmasını izledi. ‘motorun soğutma sisteminde sorun görmediğinden’ söz etti.”
Bu noktada durdum düşündüm. Hüseyin amca, dinleyerek çözmüştü meseleyi. Ne ustalık değil mi…!
Şimdilerde var mı böylesi ustalar…?
Yorum yapmadan duramadım. Fikrimi söylemeden edemem asla.  Ya da   içimden geçeni, içimden konuşurum. Tıpkı şimdi yaptığım gibi.  
Doktor bey, sonrası sözlerine şöyle başlıyordu, “Bir süre daha bakındı. Sonra ‘buldum galiba’ diye haykırdı.
‘Her şey normal görünüyor ve su kaynatıyor ise araba su eksiltiyor demektir.
Muhtemelen kalorifer peteği delinmiş, su kaçırıyordur. O takdirde döşemelerin ıslak olmalı’ dedi.” İfadeleriyle bahsettiği başına geleni anlatıyordu.
Sonrası cümle ise şöyle başlıyordu; “Gerçekten de onca uzmanın çalıştığı servisin bulamadığı sorunu kısa sürede görmüştü.”
 Ustalık bu işte. Önce dinleyip, değerlendirmek ve teşhis üzerine varsayım. Nerede o eski ustalar. Ve yahut, bir problem ve sorunu dile getiren onca insanımızı, dinliyor gibi yapıp, aslında dinlemeyen sorun çözecek isimler…  Şimdilerin o  simleri, bizlere onlarca yıl öncesinin sorun çözecek isimlerini getirmiyor mu hiç bu aralar…?  Nerede o eski yöneticiler.
Doktor beyin anlattığı bu hikaye ile, günümüzü nasıl bağdaştırdığımı sorabilirsiniz.  Haklısınız aslında böyle düşünmekle. Lakin, günümüzde böylesine sorun çözmede ustalık kaldı mı..?
 ‘Yok kalmadı…’ dediniz değil mi? Öyle ise, ben haksızmış mıyım ben böyle düşünmekle.
Kendimi bir parça övdükten sonra, döneyim hikayeye. Doktor beyin kaleme aldıkları şöyle geliyordu;
“Arabanın kalorifer sistemi su kaçırıyor eksilen soğutma suyu yüzünden araba hararet yapıyordu.
Kalorifer sistemini devre dışı bırakıp geçici bile olsa su kaçağını önleyip sorunu çözdü, Hüseyin amca. Teşekkür edip borcumu sordum. Arabanın camındaki tıp armasını gösterdi;
- Doktor musun?
- Evet.
- Bizim hanımın yıllardır geçmeyen ağrıları var. Gelip bakarsan ödeşiriz. Ben de hanıma doktor götürmüş, gönlünü almış olurum. Hem de çayımızı içer soluklanırsınız.
Hep beraber, Hüseyin amcanın evine gittik. Tek katlı bahçeli şirin bir evdi. Hanımının şikayetlerini dinleyip, muayene ettim. Çoğu yaşlılığa ve menapoza bağlı yakınmaları için tavsiyelerde bulunup iki de ilaç yazdım. Kadıncağızın yüzü güldü. Teşekkür etti. Çay hazırlamak için izin istedi.
Bu arada ilkokul çağındaki kızım boş durmuyor odaları karıştırıyordu. Bir şey kırıp dökmesin diye yanına gittiğimde evin bir odasının duvarlarının kitapla dolu olduğunu gördüm.  Şaşkınlığım daha da artmıştı.
Muhabbet ilerleyince, tamirci sandığım Hüseyin amcanın gerçekte emekli ilkokul öğretmeni olduğunu 39 yıl devlet hizmetinde Ege'nin köylerinde çalışıp emekli olduktan sonra Savaştepe'ye  yerleştiğini anlattı.
Çocuklarının okuyup büyük şehre gittiğini burada hanımıyla baş başa yaşadığından dem vurdu.
- Neden buraya yerleştin?
- Ben okumayı, yazmayı, hayatı burada öğrendim. Sizler bilmezsiniz, unutuldu gitti.
Ben Savaştepe köy enstitüsünün ilk mezunlarındanım. Hasan Ali Yücel maarif vekili iken ilk köy enstitüsü burada açıldı. Burada öğrendim ben hayatı,  bir şeyler öğretmenin nasıl mutluluk verdiğini. Ayrılamadım buralardan.
- Peki bu tamircilik işi nereden çıktı?
- Dedim ya, bilmezsiniz sizler, köy enstitüsü mezunu olmanın ne demek olduğunu?
O zamanın okulları sanırsınız. Halbuki orada bu toprağın çocuklarına okuma yazmanın yanı sıra çiftçiliği, hayvancılığı, inşaat yapmayı, yemek yapmayı, bozulanları tamir etmeyi,  örgü örmeyi hatta az buçuk hekimlik yapmayı bile öğrettiler.
Hayatı öğrendik ve öğretmen olup hayatı öğrettik çocuklara.
- Yani elinizden çok iş geliyor.
- Köy enstitülerinde bilmeyi, öğrenmeyi, düşünmeyi soru sormayı, aklını kullanmayı öğretiyorlardı.  Zaten bu yüzden yaşatmadılar ya...
Bu arada çaylar geldi. Çayın yanında ekmek peynir ve zeytinden oluşan kahvaltı da hazırlamıştı Hüseyin amcanın hanımı. Emekli olduktan sonra zeytinciliğe başladığını sofradaki zeytinin de kendi ürünleri olduğundan söz etti.
- Zeytinin hikmetini bilir misin? Meyveleri ile karnımızı doyurmuş, yağını çıkarmışız.  Kandillerde yakıp aydınlanmışız, odunu ile ısınmışız. Giderek ona benzemişiz.
- Nasıl yani?
- İnsan da doğanın meyvesi değil mi?
Sofradaki zeytin çanağından aldığı zeytini ışığa doğru tutup;
- Doğup büyüdüğünde zeytin tanesi gibi acı, yeşil bir meyve insan.
Çoğunu sıkıp yağını çıkarıp posasını da sabun yapıyoruz. Yani heba olup gidiyor. Bir kısmını sofralık ayırıyor selede tuza yatırıp acı suyunu atmasını buruşup bu hale gelmesini sağlıyoruz. Veya salamura yapıp olduğundan daha şişkin gösterişli hale getiriyoruz. İnsanlara da böyle yapmıyor muyuz? Okullarda okutup okutup hayata hazırladığımızı sanıyor ya şişiriyor ya da buruşturup  atıyoruz insanları.
‘Sizin köy enstitülerinde yaptığınız da böyle bir şey değil miydi’ diye soracak oldum. Hanımına baktı gülüştüler.
- Hurma zeytini bilir misin?
- Bilmem. Hiç duymadım.
- Egenin bazı yerlerinde olur. Ağaç aynı ağaçtır ama her yıl kasım ayı sonu gibi denizden karaya esen rüzgar ile zeytin ağaçlarına bir mantar  bulaşır. Bu mantar zeytinin terini giderir, acısını dalında alır. Dalında olgunlaşır zeytinler. Toplandığında yemeğe hazırdır anlayacağın.
- Eeee.
- Köy enstitüleri de böyleydi. Dalında olgunlaşan zeytinler gibi insanları oldukları yerde yetiştirmeye, onların bilgilerini de diğer insanlara bulaştırmayı amaçlamıştı. Doğup büyüdüğü ortamda olgunlaştırıyorlardı, insanı. Hayata hazırlıyorlardı .
Sustuğumu görünce. Hanımından boşalan bardakları doldurmasını rica etti.
‘işte bu yüzden, öğrendiklerimin zekatını vermek, zeytinin terini hatırlatmak için buradayım, doktorcuğum, unutulsun istemiyorum’  dedi.
Kitaplığından çıkardığı iki kitabı kızıma hediye etti. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp, uğurladılar…”
Buraya kadar anlatılanları; ‘Nerede o eski günler…’ diyerek değerlendirdi zihnim. Öyle ya, sonuçta ben de 50’ ye merdiven dayadım.
Ayrıca da, yarım asırdır dünyalıyım. Bir de üstüne Çanakkaleliyim. Bence kesinlikle bir ayrıcalık Çanakkaleli olmak. Hikayelerin içinden nasıl mesajlar çıkaracağımızı iyi biliriz. Misal; şimdilerde pek çok değerli kitap bitpazarlarında tane 1, 1,5 ve ya 2 liradan toplu satışta. Okuyanı okumuş, sonra muhtemel rahmetlik olmuş, geriye kalan mirasçılar evde yer kaplamasın diye, atıvermiş sokağa. Ya da, başka bir şekilde düşmüş o kitaplar bitpazarlarına.
Nasıl derlerdi eskiler; ‘eskiye rağbet olsa, bitpazarlarına nur yağarmış…’
Bu aralar tam da böyle bir düşünce hakim güzel yurdumda. Ne eskinin kıymeti, ne de eskinin hatırlara düşmesi… Çok mu eskidik ne…?
Bir moda da şu; yazıyor çiziyoruz, anlatmaya çalıştıklarımızı, anlamazdan gelip, kendilerinin inandıklarını varsaydığım meselelere kaptıranlar, Çanakkale’nin değerlerini daha da hiç’e çevirecek yöntemleri uygulamaya almışlar… Panolara yazılı olanlar da ne öyle…! Çiftçinin, meyvecinin, besicinin, üreticinin, çoluk çocuk aylarca uğraşını, bir adrese bağlayıp, sanki hiç emek yokmuş gibi hava yaratmak da ne…?
Neyse, al birini vur ötekine. Haydin iyi pazarlar…