İNSAN NE ZAMAN ÖZLERMİŞ DEMEYİN KISITLAMALAR BİZE DERS OLSUN Kİ ŞU VİRÜS BİTSİN ARTIK..

Bundan tam bir sene önce,  kendi çapımda şarkı yazarken birden bu satırlar döküldü ağzımdan bende bunu bugün hala bitmek bilmeyen covid belası için yazmak istedim…
Sonuçta hepimiz insanız bazı şeylerin değerin asla kaybetmeden bilemeyiz.. Bu hayatın bize öğrettiği en başta gelen kurallardan olsa gerek diye düşünüyorum ve her zaman da annemin babama kızdığı zaman söylediği o söz  aklıma gelince kendimi bir gülme krizi içerisinde buluveriyorum:
Evet annem babam her özel günü unuttuğu zaman şöyle diyor sen bundan sonra avcunu yalarsın ancak:
Çünkü ben bir kadın olarak seni hep sevdim unutkanlıklarına ihmalkarlıklarına rağmen ama sen evlendiğimizden bu yana hiçbir zaman bizim özel günlerimizi yaşlanmana rağmen asla hatırlayamadın bende kendi kendime sana her kızdığımda şöyle demeyi öğretip kendimi avutabilmeyi başardım der annem: AAA SEN BUNDAN SONRA AVUCUNU YALAYACAKSIN BEN SANA ASLA YEMEK TATLI FALAN YAPMAYACAĞIM.. Çünkü annem  bilir ki benim babamın en büyük  zaafı midesidir  ki o yüzden bu yaşına rağmen hala daha genç kalabilmeyi başarmış babam. Annem ciddi söylüyor diye önce bir üzülür çünkü annem her daim yemekleri ile ünlenmiş bir kadın olmuştur eline kimse su dökemez annemin hele bir de herşey kendisinin tarifine ölçülerine uygundur aslında.. Sallapati der tarif isteyenlere hiç düşünmeden  ki babam bilir o sallapatilerin lezzetini bir iç çeker ve derki sana bütün mal varlığımı sana vermeye rağzıyım ben ama beni yemeklerinden mahrum etme der hep. Sonra annem de dayanamaz ve bunu ciddiye almadan söylediğinin altına sığınarak bende sana covid kuralına uyup evde kalarak bir şarkı yazdım der ve başlar söylemeye:
Şarkının adı çok hoşuma gidiyor bakınca:
 “Özlüyorum” şarkısını yazmış annem babamaJ

Nasıl oldu biz de anlamadık / birden evlerimize kapandık / dünyayı bir virüs mü ne sarmış / öldürürmüş hiç şakası yokmuş.
özlüyorum arkadaşlarımı / annemi babamı özlüyorum / sokaktan geçen yabancılara / omuzumla çarpmayı özlüyorum.
nereye kadar bu karantina / sen biliyor musun Valentina? / çiçekler açıyorlar dışarda / baharın da hiç haberi yokmuş
geçecek bu günler de geçecek / her şey gibi anısı kalacak / herkesin bir yanı güçlenecek / herkesin bir yanı solacak...
Özlüyorum...
Nasıl oldu anlamadan, özleyerek, İtalyan Valentina’yla aynı şeyleri yaşayarak tam bir sene geçmiş.
Şimdi yine habersiz, bahçemde açtı erik ağacı ve ötüyor kuşları.
“Vay be” diyelim bir isterseniz, ne dersiniz?
Hayatımızın bir senesi, bir şeyden köşe bucak kaçarak, arada bir rahatlayıp sonra tekrar katılaşarak geçti.
Veda ettiklerimiz oldu. Çocuklar parkları, beraber koşup oynamayı ve okulu unuttular.
Bizim de hayatımız değişti çok.
Evde kalmak, evden çalışmak, evden okula gitmek, sevgiliyle ayrı düşmek, upuzun ev yalnızlıkları, birleşip komün hayatına geçelim bari planları, haberler, ekmek mayalamak, tarifler paylaşmak, yoga, meditasyon, doğa yürüyüşleri, dizi, film, belgesel, sosyal medyada live’lar, herkesin akşam 9’da orada birisiyle sohbet ettiği, arkası kitaplık olan odalar, bulunan aşıların, ilaçların umudu, şuydu buydu derken bir bahar, bir yaz, bir kış ve bir sonbahar geçti. Biz her çeşit maddi, manevi çözüm peşindeyken virüs de boş durmadı.
Onun da yapacağı mutasyonlar vardı.
Şu dünyada bir toz bile aynı yerde durmazken, o mu değişmesindi?
Dünya bir çamaşır makinesiydi, giren oradan oraya sallanır dururdu.
Sonra zamanı gelince de kururdu. O da dünyanın bir ferdi olarak, kendini değiştirip durdu mecbur.
Şimdi dönüp de bir bakınca, bununla yaşamaya alıştığımı fark ediyorum.
Okumak için bol zaman vardı.
Kedilerin alınlarında ve ayaklarında da bıyıkları olduğunu öğrendim mesela.
Şarkılar yazdım birkaç tane. Bol şiir okudum.
Uzun uzun yürüdüm ormanlarda, uzun uzun düşündüm sahillerde.
Bahçelerde arkadaşlarımı gördüm, pek sarılmadan çok yaklaşmadan.
Doğum günleri kutlandı ekranlardan.
Ateş yakıp etrafında dans ettik yılbaşında.
Ay tepeden dik dik bakıyordu.
Belki de, “Tuhaf şu insanlar, başlarına gelene bak ve onlar hâlâ şarkı söyleyip dans ediyorlar” diyordu.
Bu mart, geçen marta benzemiyor tam olarak.
İnsanlık aşıyı buldu. İlacı bulmak üzere. Yaz hepimizin umudu.
Bu baharı da verdik belki tamam ama bir yılı daha vermeyiz umarım.
İnsana, sabrına, aklına, çalışkanlığına, dayanıklılığına ve adapte olma gücüne hayran oldum bu sene.
Bravo insana.
Çünkü İnsanız, zorlanıyoruz
“Artık dayanamıyorum” dedi küçük yaştaki bir yakınım, üç gün önce.
“Artık dayanamıyorum” dedim birkaç gün önce.
“Artık dayanamıyorum” dedi bir arkadaşım, iki gün önce.
ve dayandık. Hala buradayız.
İş yeri kapanan, sevdiği ölen, malum hastalığı üç kere geçiren, düğünü iptal olan, şiddet gören, kronik hastalığa tutulan, eğitim-öğretim göremeyen… Örnekleri saya saya, örneklere tutuna tutuna azgın bir nehirde yol alıyoruz. Örneklerin kendisi “Peki ben ne yapayım?” diyor. Utanıyoruz. Zorlandığımız için utanıyoruz. İtiraf edemiyoruz. Deliliğin sınırından şükür cümleleri çekip alıyor. Ne var ki bu gerçek bir avuntu olamıyor.
Bir yandan sürekli değişen zeminde yerimizi bulmaya çalışıyoruz. Diğer yandan gündelik hayatı kotarmaya çalışıyoruz. Söylenenlere göre, psikolojik dayanıklılığımız esnek olmamıza bağlı. Mücadele ederken kırılmamak için esnek olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Bu ihtiyacın farkında değiliz ama organizma böyle işliyor. Zorluklara dayanmak için psikolojik dayanıklılık geliştirirken duygusal savunma mekanizmalarımızı işletiyorsak vay halimize ki çoğunlukla bunu yapıyoruz. Çocukluk yaralarımıza, yaşantıların bugünkü etkilerine, psikolojik şemalarımıza eğilmediysek her bir yaranın kabuğu sertleşiyor. Halimiz neyse, iyice katılaşıyoruz. Yaraların altına bakarsak da zorlanıyoruz, her türlü…
Anlamaya çalışmak, formüle etmek, uğraşmak, mücadele etmek, oldurmaya çalışmak hem fizik gücü gerektiriyor hem de mental yük getiriyor. Bunlar sinir sistemini sık sık savaşma/kaçma veya donma haline sokuyor. Ben böyle anları fark ettiğimde, fark etmiş olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Bu fark ediş, adeta bulutların aralanıp üzerime ışığın indiği bir an oluyor. Bana verilen bu şansı kullanmanın en iyi yolu, dünyaya geldiğimde içgüdüsel olarak bildiğim ilk şeyi yapmak ve nefes almak. Ancak bu sefer, o anı yeni doğmuş bir bebeğin nefesle karşılaşması gibi yaşamıyorum. Bilincimi devreye sokuyorum ve farkındalığımı, nefesi nasıl verdiğime getiriyorum. İşte o anda tek yapabildiğim şey bu. Bunu yapabildiğimi görmek -nörobilimciler çok daha iyi izah ediyor olsa da- beynimde güvenliğe dair bağlantıları hareketlendiriyor. Bu güvenlik hissi ile sanki yeniden şarj oluyorum.
Bir an durup nefes almak ve nefes vermek, o anda yapabildiğimiz yegâne şeyin o olduğunu hatırlatan, bizi hem aciz hem de kontrol eden olmak arasında götürüp getiren mucizevi bir pratik.
Nefes alıp verme anlarını yaşarken aklıma düşünceler yine üşüşmeye başladığında hem kafamın içinde hem de dış koşullarda üzerime gelen dünyaya şunu söylüyorum: “Şu anda bu kadarını yapabiliyorum.” Çünkü, hayat bunu gerektiriyor.