Kazdağlarında yürümeye başladığımızda, ‘8 kilometre nedir ki, yürünür!’ diyerek çıktım yola.

Kazdağlarında yürümeye başladığımızda, ‘8 kilometre nedir ki, yürünür!’ diyerek çıktım yola.

Adını bile ezberleyemediğim bir kitaptaki patikayı takip ediyorduk arkadaşlarla.
Fakat kitap yazıldıktan sonra bu dağda hiç beklenmeyen bir heyelan olmuş.
E malum sonra yazılan kitaptaki patika da  takip edilemez hale gelmişti.
Kısacası, yola çıktıktan bir  saat sonra, yolu kaybetmiştik arkadaşlarla.
Durmadan  yürümeye devam ettik. Evciler yada Bayramiç ne tarafta biliyorduk. Göze zor gözüksede  dağı çıkıp ineceğiz, onu da biliyorduk.
Yol kaybolunca keçilerin yürüdüğü yollardan yürümeye başladık.
Dikenli çalıların arasındaki tek ayaklık boşluklara basa basa ilerledik.
Keneleri ve yılanları düşünmemeye alışarak kâh tarlalardan, kâh dere yataklarından, kâh ellerimizle kayalara tutunup çıkarak...

Yürüdüm, usandım, terledim, susadım. Devam ettim ama.
Bu yaşına kadar ne öğrendin derseniz, devam etmeyi öğrendim.
En en tepede bir kaya vardı. Eğer o kayaya ulaşmayı başarabilir sek şunu da iyi biliyorduk ki ondan sonrası inişti bizce.
Sonrasını göremesem de, bütün görkemiyle tepeden bize bakan kayanın müjde vereceğinden emindim.
Adına ayaz kayası koydum. Ne zaman geriye baksam, kat ettiğimiz yola inanamıyor, kayaya az kaldı diyordum. Hava öyle kasım ayının ayazını çokta belli ediyordu ki o ulaşmayı umut ettiğim dağ bana, kat ettiğin yolla gurur duymayı öğretti.
Ne zaman dönüp yola çıktığımız deniz kıyısına baksam, bana sanki ‘gördün mü bak ne kadar yol yürüdün, bütün bu tarlaları, kayaları, çalıları sen aştın’ diyordu.
İçimi kendimin rüzgarıyla dolduruyordu bu. Süper güçlerim vardı benim farkında olmadığım.
Ne zaman dik merdivenler çıkar gibi, kayalardan kendimi yukarı taşısam, tepedeki kayaya bakıyordum. Umut kayasına.
O kayanın sonrası önemli değildi aslında. Kaya bir duraktı.
Sonrasına bakılırdı yeniden.
Dağ bana, umut etmeden yol alınamayacağını öğretti.
O kaya olmasaydı, o dağı tırmanamazdım.
Bana güç veren, o kaya sonrası iniş olacağı düşüncesiydi.
İnsana umut, nefes kadar lazımdı . Umuda ulaşmaya çalışırken o dağ ayazını yemeden de başarıya ulaşamayacağımızı bilmekte aklımın bir köşesine yazdığım notlarımdan biriydi.
(Bugün bile, bir yıldır bir virüsle evine kapanan dünyaya dayanabiliyorsak sebebi umut. Aşı, ilaç, yarın maskesiz gezeceğimiz günlerin umudu.)
Tepedeki ayaz kayasına benden önce vardı  Anıl.
Sesim yettiğince seslendim (nefes nefeseyim): Sonrasında ne var, cevap geldi: Daha fazla yürüyüş!
Gerçekten, kendim kayaya vardığımda gördüm ki, iniş değil ama kocaman bir düzlük var.
Dağ bana her yolun sonrasında, daha fazla yolun olduğunu gösterdi.
Hayat, sen bittim dediğinde yeniden başlatıyordu bir şeyleri ve senin nefesin yetecekti buna.
Merak etmemek, inişi umut etmeyi bırakmamak gerekirdi.
Düzlükten yürüdükten bir süre sonra, geldi iniş.
Dağ bana, umudu bırakmayınca ona ulaşacağımı gösterdi.
Kaya beklediğim şey değildi ama beklediğim şey kayadan biraz ötedeydi. Devam etmeyi öğrendiğimi söylemiştim zaten.
Sonra iniş...
Dağ bana, çıkan dalganın ineceğini gösterdi.
Kan ter içinde tırmanışımı, serin bir patikada deniz manzaralı bir inişle ödüllendiriyordu.
Kendimi eteklerinden aşağı bıraktım.
Ben aşağı yürümüyordum da, sanki o beni aşağı doğru taşıyordu. Derken Kazdağlarına vardık.
O güzel otelin restoranında kahvaltıya oturduğumda, şunu diyebildim: Ben bu kahvaltıyı hak ettim. Biraz önce dağdan hak etmeyi öğrendim. Dağ bana, hak etmeyi
öğretti.