Fazla arabesk bir giriş olduğunu düşünebilirsiniz ancak konumuz acı ve yaratıcılık arasındaki gizemli bağı keşfetmek ise işin içine Sezen Aksu’yu katmamak mümkün değil.

Fazla arabesk bir giriş olduğunu düşünebilirsiniz ancak konumuz acı ve yaratıcılık arasındaki gizemli bağı keşfetmek ise işin içine Sezen Aksu’yu katmamak mümkün değil. Hiç düşündünüz mü neden en acı iç çekişler en güzel aşk şiirlerinin dizelerine gizlenmiştir? Aynı şekilde, ardında önemli edebi eserler bırakmış yazarların hayat hikayelerine baktığınızda ne büyük zorluklarla, parasızlıkla, hastalıklarla ve engellerle mücadele etmiş olduklarını hayretle okumadınız mı? Muhteşem akımların doğuşuna sebebiyet vermiş o büyük ressamların; notalarıyla, besteleriyle, senfonileriyle sonsuz olan müzisyenlerin başlarından geçenleri şaşkınlıkla dinlemediniz mi? Hepimiz içimizden hep şu soruyu sormadık mı; nasıl başardılar? Günlük yaşantımızda trafikte sıkışıp kalmamız, cüzdanımızı evde unutmamız ya da bazen sadece yağmur yağması bile yaptığımız işe karşı olan motivasyonumuzu kaybetmemize yeterken bu insanlar nasıl oluyordu da yaşadıkları tüm acılara rağmen bu denli yaratıcı işler ortaya çıkarabiliyorlardı? Aslına bakarsanız yanıt cümlenin içinde saklı; çünkü yaşadıkları bu acılar onları özgür bırakan, yaratıcılıklarını tetikleyen en önemli unsur olarak karşımızda duruyor. Bu noktada :“Acı yaratıcılığı tetikleyen güçlü bir duygudur. Yaratma süreci ise o kişinin psikolojik durumunda bir iyileşme sağlar.” Yani, yaratıcılığı çekilen acının bir çeşit dışavurumu olarak görmek mümkün. Sıkıntı içinde kıvranan bünyenin, yaşadığı depremler sonucu yüreğinin kapıları da şiddetli bir rüzgarla açılır. Artık kaybedecek bir şeyi yoktur, sadece içindeki acıyı akıtmaya, bir şekilde kendini ifade etmeye ihtiyacı vardır. Bu noktada ayrışan tek şey o kişinin seçeceği yöntem olur; resim yaparak, yazarak, beste yaparak, tasarlayarak nihayetinde üreterek kendini yeniler. Acıyı unutmak için değil, acı istediği için olur bunlar. Arınmak, yenilenmek ve tekrar güçlenmek için. Bu noktada şunu da özellikle vurgulamak gerek; acı çekmeyen insan yaratıcı olamaz değil, acının insanın içinde saklı ya da keşfedilmiş olan yeteneklerini, fark yaratma güdüsünü, hayal gücünü ve üretme isteğini çok güçlü bir şekilde harekete geçirdiği gerçeği bu yazıda vurgulanan tez. Çünkü ortaya bir şey çıkaran kişi mutlu olur. Böylece sıfırlanır, arınır ve baştan başlar.

ACI BİR AKTARIM BİÇİMİ
Mutluluğun çoğul acının tekil, bir başka deyişle mutluluğun kalabalık acının yalnız bir duygu olduğunu farz edersek, aslında içe dönmemizle beraber ortaya çıkan yaratıcı dalgaların anlam bulduğu da bir gerçek. Zihnin en uç noktalarına kadar ulaşan bu akım birçok duygunun tetiklemekten aciz kaldığı yaratıcı duyularımızı devreye sokar. Aslında vücut buna ihtiyaç da duyuyor olabilir, keza insan yaratıcı faaliyet halindeyken, vücut, stres ve sıkıntıya neden olan hormonu salgılamayı durduruyor. Tıpkı her türlü ibadet ve meditasyonun temelinde olan, zihni bir süreliğine durdurup tek bir işe yoğunlaşıp sonunda ferahlamış ve mutlu hissetme inancı gibi. “Yaratıcılığı, kişinin deneyimlerinin ve birikimlerinin, yaşadıklarının, algılayış biçimlerinin ve hayal gücünün bir sentezi, yorumu ve dışavurumu olarak görmek mümkün. Coşku, keder, aşk, tutku, sevinç gibi birçok duygu derinden yaşandığında sanatçının yaratıcılığını tetikleyip unutulmaz eserler üretmesine sebep olmuş.” Bütün bunlar günümüzde birer teori olmanın çok ötesinde bilimsel yollarla da kanıtlanmış. Kısaca bahsetmek gerekirse, yaratıcı aktiviteler sırasında beynin ön lobu faaliyete geçiyor. Beyin tarama teknikleri sayesinde, hangi durumda beynin hangi bölgelerinde kan akışının ve elektrik akımının yoğunlaştığı tespit edilerek bu bilgi doğrulanmış. Bu noktadan yola çıkarak hayal gücü ve yaratıcılık devreye girdiğinde, strese neden olan hormon salgılanmıyor ve beynin ön lobundaki mutluluk merkezi aktif hale geliyor. Hal böyle olunca, acı bir süreliğine duruyor. Bütün bu verilere bir adım uzaktan baktığımızda acı ve yaratıcılık arasında doğal bir geçişin olduğunu görmek mümkün. Zira birbirlerine illaki ihtiyaç duymasalar da tetikleyici oldukları yadsınamaz. Çünkü; “Acının çeşidi ya da boyutu fark etmez. Kişinin kendi içinden çıkamadığı sıkıntılar, bunalımlar, kendine dair beslediği olumsuz algılar, çözümsüzlük ya da köşeye sıkışmışlık duygusu, dibe vurmuş hissiyatı, ayrılıklar, aşk ıstırabı, yaşanılan büyük kayıplar, içinde bulunulan dönemin özellikleri, kitlesel acılar, savaşlar ve hastalıklar insanların tarih boyunca hem kendini hem acısını yaratım yoluyla ifade etmesine, bu sayede yaralarını sarmasına sebep olmuştur.” Şu bir gerçek; çok derinden acı çekildiğinde daha önce görmediklerimizi görmek, yeni tatlar ve farklı algı biçimleri keşfetmek, birçok konuda kapalı olan kapılarımızı açmak, hatta kendimizi geliştirmek bile mümkün hale gelir. Bu da içimizde var olan ilham alma yetimizi arttırır.

HÜZNÜN SESİNİ DİNLE
Aristo M.Ö. dördüncü yüzyılda şöyle demiş; “Felsefe, şiir, sanat ve siyasette mükemmelliğe erişen insanlar, melankolik bir doğaya sahiptirler, hatta bazıları melankoli hastalığından muzdariptir.” Aslına bakarsanız bu söz beni bir adım daha ilerisini düşünmeye itiyor. Şöyle ki, acının olmadığı yerde bile yaratıcı insanlar bunu büründükleri ruh haliyle yaratıyor, yani bilinçsizce acıyı çağırıyorlar. Keza melankoliye kapılmaları tamamen içlerindeki yaratma isteğinden kaynaklanıyor demek bu noktada yanlış olmaz. “Acı çok derinden yaşandığında, akıl ve mantıkla çözülemediğinde, yas evresinde türlü sanatsal ifade biçimleriyle dışa vurulabilir. Tıpkı romantik dönemde sanatın bir içe doğma, coşma veya taşma hali olarak tanımlanması gibi. Eleştirel aklın baskısı ortadan kalktığında daha üretken olunabildiği, başka bir deyişle daha özgürce üretim yapılabildiği de söylenebilir. Sanatsal yaratım süreci sanatçının yaşadığı dönemin etkisinde, çok kişiye özgü, benzersiz ve özgündür.” Bu konuyu araştırırken karşıma çıkan başka bir örnek, durumun bilimsel boyutunu da destekleyici nitelikte. Yaratıcılığın psikolojisi konusunda ilk akla gelen isimlerden olan Dr. Nancy Andreasen yaptığı bir deneyle depresif ruh hali ve yaratıcılık arasındaki bağı şöyle kanıtlamış: Yazarlar atölyesinde çalışan 30 kişiyle, atölyede yer almayan aynı yaşlarda, aynı eğitim düzeyinde 30 kişinin psikolojik profili karşılaştırılmış. Yazarlar grubundakilerde bipolar bozukluk diğer 30 kişiye göre çok daha yüksek çıkmış. Üstelik sadece yazarların değil, yazarların birinci dereceden akrabalarında da aynı duygu durum bozukluğu gözlemlenmiş.