Aşağıda okuyacağınız bu hikâye sevgili Erzurumlu bir komşumun bizzat yaşadığı olaylardır. Onun anlatımını yıllar düzenleyim yayınlamıştım. İstedim ki bu güzel hikayeden sizlerin de haberi olsun.

***

Yoksulluk diz boyuydu. Yüz metre kare evde amcalar yeğenler dedeler babalar kardeşler bir arada, yirmi iki nüfus koyun koyuna yaşıyorduk. Killi toprak damların yağmur yağış altında yaşamanın zorluğunu bilenler bilir. Evimizin her metre karesine şıpır şıpır su damlardı. Islanmadık yatak yorgan kalmaz, damlalarla saklambaç oynardık. Üste yok başta yok, yoksulluk diz boyuydu. Fırından veresiye günde 40 ekmek alınırdı. Bakkala zamanında tam ödenmeyen borç yüzünden alınan ekmeğin yarısı birkaç günlük bayat ekmek olsa da ses çıkarılmazdı. Fukara babam demiryolcu maaşı ile hangi birimize baksın hangimizi okutsundu. Dördü kız tam yedi kardeştik. İlk okulu bitiren kendini şanslı sayardı. Ben oncacık okumanın bile faydasını gördüm. 

**** 

Her mayıs sonunda okullar tatil olunca kasabaya inerdik. Kimimiz demircinin, kimimiz berberin yanına çıkarak dururduk. Meslek öğreniyoruz diye ne haftalık, ne de aylık alırdık. Karnımızın doyduğuna şükrederdik. 

Ben berbere çırak durmuştum. Kör Ali Usta ve saatçi Dursun emminin berber dükkanında çalışıyordum. Nur içinde yatsın. Geçenlerde ölen Kör Ali Usta çok akıllı, mert adamdı. Bize kazandığından beş peş kuruş harçlık vermese de, en azından elimizdeki avucumuzdakine saatçi Dursun gibi göz dikmezdi. İki yıl bu şekilde berbere çırak oldum. Kör usturalarla taş öğreneceğim diye koyun göynünü, dana göynünü az tıraş etmedim. 

****

O yılın çetin kış mevsimi geçmiş, Erzurum’un o soğuk günleri geride kalmıştı. Karlar erimiş kış danaları, kuzuları çayır çimene salınmıştı ve kıç atıp duruyorlardı. Tepeler çiğdeme, papatyaya bürünmüştü. Demek ki okulumuz yakında tatile girecekti. 

Bütün sınıfların bir arada okuduğu bir ilkokulu köy okulumuz. O cuma günü öğretmenimiz, okulun tatile girdiğini söyleyerek hepimizi tek tek öptü. Beş yıldır beraberdik. Öğretmenimizden ayrılacağımız için çoğumuz ağladık. Öğretmenimiz;

“Nasıl olsa köyde değil miyim? Ne zaman isterseniz gelip beni görebilirsiniz” dedi. 

Sonra da karnelerimizi dağıttı. Kırmızı kurdeleli karnelerimizi kaptığımız gibi evlerimize koştuk. Okulun en iyisi en çalışkan öğrencisiydim.

Recep öğretmenim;

 “Sen büyüyünce, okuyunca büyük adam olacaksın” diyordu. 

Dört kardeş karne almıştık. Bağıra çağıra, sevinçle eve geldik. Babam hepimizi sevip kokladı ve bana yirmi beş diğerlerine onar kuruş harçlık verdi. Kardeşlerimle sokağa çıktık. Acıkmıştım eve geri dönüp ambar odasından bazlama ekmeği aldım… O sırada annemle babamın benim ortaokula gidip gidemeyeceğimi konuştuklarını duydum. Annem okumamı babamsa elde avuçta parasının olmadığını, berberlik mesleğine devam etmem gerektiğini söylüyordu. Okumamın nereden baksan yüz elli liraya patlayacağını söylüyordu. Yanlarına odaya girdim.

“Para kazansam okutur musunuz?” dedim.

Babam çok üzülmüştü. Yüzüme bakmadan “Herhalde okuturum” dedi.

“İyi ya, şimdi yirmi beş kuruşum var. Berbere gider hemen işe başlarım.” dedim.

Sonra da bazlama ekmek elimde sokağa çıkıp çocuklara katıldım. 

O gece sabah olmadı. Gece uzadıkça uzadı. Sabah ezanından evvel kimseyi uyandırmadan kalktım. Önceden hazırladığım azığımı yanıma alarak kasabaya doğru yola çıktım. Ezan okunmadan köyden uzaklaşmalı, kasabanın yolunu yarılamalıydım. Öyle de yaptım. Yürüdüm yürüdüm… Kasabanın hoparlörlü minarenin ezanını duyduğumda kasabaya az bir yolumun kaldığını anladım. Sabah namazı bitmeden Kör Ali Ustanın berber dükkanının önünde olmak istiyordum. Öylede yaptım. Kasaba sessizdi. Herkes uyuyordu. Caminin cılız ışıkları camından dışarı taşıyordu. Cemaat henüz camideydi. 

Berber dükkanı, çarşının tam ortasında tek katlı, küçük pencereleri olan, toprak sıvaları dökülmüş, tahtaları gözüken evden bozma iş yeriydi. Kış boyunca iyice yıpranmış, duvarlarına dokunsan yıkılacak gibiydi. Kapının önüne gelip anahtarın her zaman konuğu deliğe elimi soktum. Anahtar yerindeyse kapıyı açıp içeri girmek niyetindeydim. Anahtar yerinde yoktu. Tahta basamaklara oturup beklerken uyku beni esir aldı. Basamaklarda uyuya kalmışım. Uyandığımda güneş doğmuş, şehir çoktan şenlenmişti. Fakat berber hala açılmamıştı. Koşarak Kör Ali Ustanın evine gidip kapısını çaldım. Öksürüğü hiç eksik olmayan Kör Ali Usta don paça vaziyette yavaşça kapıyı açtı. Gözlükleri gözünde değildi. “Ustam elini öpeyim.” Deyince beni sesimden tanıdı.

Şaşırmış halde;

“Baban nerede?” Dedi.

“Babam gelmedi ben geldim.” Dedim.

“Haberi var mı?” Dedi.

“Var “dedim.

 Fazlada üstelemedi. Dükkânın anahtarını uzatırken

“Ben biraz hastayım. Müşteri gelince oyala, bana da haber ver.” Dedi.

“Saatçi Dursun Usta yok mu?” Dedim.

“Köylere gitti.” Dedi.

Anahtarı kaptığım gibi dükkâna geldim. Sobayı yaktım. Çay demliğini üzerine koydum. Çalı süpürgesiyle bütün dükkânı baştan ayağı süpürdüm. Tozdan göz gözü görmüyordu. Pencereler açtım. İşlerim bitince çırak odasının pencere kenarındaki makatı kendime yatak olarak seçtim. Makatın fitili yatağı yorganını dışarı çıkıp çırptım ve annemin yaptığı gibi havalansın diye güneşe bıraktım. Çayı demlemek istediysem de çay yoktu. Çakır gözlü bakkal beni şıppadak tanıdı.

“Oğlum okullar daha dün kapandı. Ne çabuk geldin?” Dedi.

Çok konuşmamak için hemen bir yalan uydurdum.

“Saatçi Dursun köylerdeymiş. Kör Ali Usta haber yolladı, hastaymış ondan er geldim.” Dedim.

“Kör Ali ustana söyle, Saatçi Dursun kasabaya gelince acele yanıma yollasın. Aylardır biriken borcu var. Gelip hesabı kapasın.” Dedi.

Sonra da bana;

“Sen ne istiyorsun?” Diye sordu.

“Çay, şeker.” Dedim.

“Para.” Dedi.

“Kör Ali Ustaya yaz.” Dedim.

Gönülsüz gönülsüz çayla şekeri verdi.

“Bana bir kiloluk boş yağ tenekesi hazırla.” Dedim.

“Ne yapacaksın?” Dedi.

Gülerek;

“Bahşiş kumbarası yapacağız. Çok bahşiş alacağız da.” Dedim.

“Paranızı saatçiye kaptırmayın da” Dedi. Cevap vermedim.

Koşarak dükkana geri göndüm. Çayı çaydanlığa koydum. İşim bitmişti. Sıkıntıdan masada duran eski gazete parçasını okudum. Sonra da çayı demledim. Köyden getirdiğim azığımdan bir paça bazlama çıkararak lorla beraber yedim. 

Mahallenin uyanık delisi Salih amca bir karış sakalıyla dükkân kapısından başını uzatarak;

“Ulen yine mi geldin kerata?” Dedi. Ardından da dükkâna girip berber sandalyesine oturdu.

Salih amcayı önceki senelerden tanıdığımdan elini öptüm. Okulu, anne babamı, köyü bir bir anlattırdı.

Sohbetin sonunun nereye geleceğini biliyordum. Salih amca uyanığın beleşçinin tekiydi. Sabah erkenden dükkâna damlar, ustalar gelmeden sakalını bıyığını tıraş ettirir yirmi beş kuruş bahşişi kumbaraya atar giderdi.

Her zaman yaptığı gibi Kör Ali ustayı sordu. Saatçi Dursun’u sordu.

Sonra da “Acelem var. Sakalımı şöyle bir düzelti ver bakalım.” Dedi…

 

(HAFTAYA DEVAM EDECEK)