(Geçen hafta ilk bölümünü yayınladığı MİHMAN isimli öykünün ikinci kısmı yayınlıyorum.)

Karanlık bastırdıktan kısa bir süre sonra amacıma ulaştım. Ağaç küçücük bir gözenin yanındaydı. Soluk soluğa kalmıştım. Yere oturup ağaca yaslandım. Gökyüzünün gerçek sahibi yıldızlar, birer birer ışıklarını yakmaya başlamışlardı. Üşümeye başlayınca kazığımı ve montumu giydim. Etraftan çalı çırpı topladım ve yaktığım ateşin başında terimi kuruttuktan sonra yüzümü yıkayıp kana kana su içtim. İçimdeki korku, benim gibi ayakta durmayı başaran sevgili ağacımın yanında kaybolmuştu. Kendimi anlatılması imkânsız bir huzur aleminin içinde buldum. Mutluydum. Bildiğim bütün şarkıları mırıldandım. Gece on ikiye doğru çıkan dolunay arkadaşım olmuş, mutluluğuma mutluluk katmıştı. Hayal aleminin kapısı, duyduğum bir hıçkırık sesleri ile yüzüme kapanı verdi. Pür dikkat kesildim ve sesin geldiği yana doğru dikkatlice bakmaya başladım. Sonra elime aldığım taşla yerimden kalktım, her an fırlatmaya hazır vaziyette sesin geldiği yana doğru yürüdüm. Hiç bir şey görmediğim gibi, artık ses de duymuyordum. Durdum. Bütün dikkatimi kulaklarıma verdim, etrafı dinledim. Çıt yoktu. Geri dönüyordum ki hıçkırık sesini yine duydum. İlerideki kayalığa doğru yürüdüm… Gördüğüm şey karşısında dona kaldım…Dolun ayın bütün maharetini ortaya döktüğü bu gecede, gencecik bir kız kayaların arkasında büzülmüş oturuyordu. Üzerimdeki şaşkınlığı atlattıktan sonra;   

-  Korkma… Benden korkma…Sana zarar vermem. Dedim.

Gecenin bir yarısında, dağ başında, ıssız bir ovanın ortasında yapayalnız uçmayı bilmeyen kuş gibi çaresizdi. Ne uçabiliyor ne de kaçabiliyordu … Tekrar ve daha güven verici bir sesle;

-          Benden korkma. Sana zarar vermem. Dedim..

-          ……..

-          Korkma dedim ama…

-           ……..

Kızcağız, hıçkıra hıçkıra ağlarken, merhamet dileyen gözlerle yüzüme bakıyordu. Göz pınarlarından dökülen yaşlar, dolun ayın ışığında sanki has altın damlaları gibi yanaklarından süzülüp avuçlarını dökülüyordu.

-          Ağlama lütfen…Ben…Ben Aykonak köyünün yeni öğretmeniyim….

-          ……..

Kıza doğru yürüdüm, elimi uzattım;

-          Haydi kalk, benimle gel dedim…

Çekinerek uzattığı eli ürkek bir kuş kanadı kadar titrekti. Koluna girdim, yavaşça kayalıklardan çıkardım, göze başındaki ağaca doğru yürüdük. Üzerinde incecik bulüzünden ve eteğinden başka hiçbir şey yoktu. Üşümesine korkusu da eklenince, vücudu tamamen direncini yitirmişti. Ağacın altına oturduk ve dakikalarca hiç konuşmadık. Konuşmak için ben de ısrarcı olmadım. Üzerimdeki ceketi çıkardım ve omuzlarına sardım. Sonra etraftan, ay ışığında toplaya bildiğim kadar taş toplayıp asker mevziisi gibi bir yer hazırladım.  Zeminini de bulabildiğim, toplayabildiğim kuru otlara döşedim ve sonra içine girip oturduk. Rüzgâr hafif hafif şiddetini artırmaya başlamıştı. Zayıf ve cılız bir sesle;

-          Teşekkür ederim …

-          Teşekküre değmez…Ne yaptım ki?

-          Çok şey yaptınız…Biliyor musunuz? Ben de  Aykonak’a ebe olarak tayin edildim…

-          Öyle mi? Çok sevindim…İlk görev yeriniz mi?

-          Evet ilk görev yerim olacak …

-          Benimde ilk yerim…Ama merak ediyorum…Bunca yolu, dağı taşı tek başınıza yürüyerek geçmeye nasıl cesaret ettiniz?

 

-          Yakın dediler…Bende yolara düştüm…Meğer yakın değilmiş…

Sesindeki titremeler ve çekingenlikler konuştukça azaldı. Konuştukça, kelimeler daha bir hoş ağzından dökülmeye başladı. Ama gel gör ki dağın başında, devletin adamları, bir ağacın altında taştan bir mevzide soğuğa, ayaza karşı direniyor, sabahı bekliyordu. Neticede biz devlet değil miydik? Ve devlet dağda mahsur kaldı… Ben bu düşüncelere dalıp gittiğimde hala bir şey anlatıyordu. Benden ses seda çıkmayınca yine o yumuşacık sesi ile fısıldadı;

-          Uyudunuz mu?

-          Hayır uyumadım…

-          Suskunluğunuzu görünce…Çok mu konuşuyorum ne?

-          Hayır hayır …Lütfen konuşmaya devam ediniz?

-          Siz niye tek başınıza yollara düştünüz?

-          Bende sizin gibi asi ve heyecanlıyım. Söz dinlemeyenlerdenim…Siz ne kadardır buradasınız?...

-          Kalabalık bir domuz sürüsü görünce çok korktum, zar zor da olsa, ağaca tırmandım. Sonra cesaret edip aşağıya inemedim. Korku içinde etrafa bakınırken, sizin yaklaştığınızı gördüm. Çok korktum. Kayaların arkasına saklandım…

-          Aman Allahım!… Özür dilerim aslında sizi korkutmak istemezdim…Niçin yanıma gelmediniz ki?

-          Nasıl gele bilirdim ki? Dağ başında yalnız bir kız…

Sonra konuşmadan oturmaya devam ettik. Yanan çalı çırpının mecalsiz ateşinin hiçbir faydasını görmüyorduk. Rüzgar hızını artırınca korunmak için taş duvarın kıyısına uzandım. Dişlerimin birbirine vurmasını güçlükle önlüyordum…Titremeli bir sesle…

 

(HAFTAYA DEVAM EDECEK)