Çevre günü’nde önemli bir çalışmayı adresime gönderen sayın Belediye başkanımıza öncelikle teşekkürler ederim.

 Adıma hazırlanmış zarf içinde sayın Belediye Başkanımız Gökhan tarafından imzalanan ve şu sözlerle dile getirilen bir önemli hediye tarafıma dün ulaştı. 
“Sevgili Erdem Sürek’e  ‘Gaip’ten ‘ selamlar yolluyorum.  Ügür Gökhan “ imzası ile tarafıma sunulan bu önemli hediyenin kapağında, ‘Türk Tabipleri Birliği Kaz Dağları ve Çanakkale Yöresi Madencilik Girişimleri Raporu’ yazıyordu.
Doktor ağabeylerin kaleme aldığı rapora katkılarını sunan isimler arasında Ziraat Yüksek Mühendisi sayın Hicri Nalbant ve tanıdığım üç doktor da yer alıyordu.
Tıp doktorlarının çevre duyarlılığına ne bir itirazım, ne de yorumum olamaz. Aynı şekilde, Ziraat Yüksek Mühendisi sayın Nalbant’ ın da çevre duyarlılığına diyecek bir sözüm asla yok.
Ne var ki; Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) gibi bir önemli değerimizin bulunduğu Çanakkale’ de, acaba yer bilimciler neden hiç ses vermezler. Çanakkale Jeoloji Mühendisleri’nin temsilcisi olan ÇOMÜ’ lü öğretim üyesi Prof. Dr. Erdinç Büyükbaş gibi konunun uzmanları, Şehitler coğrafyası Çanakkale’ nin yaşayanlarından değiller mi? Susmalarının nedeni ne? Gerçekte ön görülenler olmayacak da, ondan mı gerek duymazlar konuşmaya?
Önceki Pazar kaleme aldığım yazımda, Atikhisar barajı çevresi ve bölgesinde faaliyete hazırlanan Altın madeninin, ayrıştırmada kullanacağı siyanürün kentimizin su havzasını zehirleyeceği ön görüsü geliyordu. Eleştirim de tam da bu noktadaydı. Hiçbir yer bilimcinin bu konuya ilişkin söylemi, çalışması ve hazırladığı bir raporu yok mudur?
Çanakkale Merkez ilçe Belediye Başkanımız sayın Ülgür Gökhan’ın açıklamalarına yön veren, konunun gerçek uzmanı Yer Bilimcilerin tespitleri olsaydı, ön görülere karşı kimin kafasında soru oluşur ve kimin gıkı çıkardı?
Bilim ne diyorsa o değil midir? Gerçi; Çevreci kimliklere göre, Altın ve Gümüş gibi madenler kesinlikle çevreyi kirletenlerdir. Bilim içinde, Altın ve gümüş madenciliğini sevenlere göre de, zararlı değildir görüşüne de tanık olmuşluğumuz vardır.
Konu çevre olunca, sanmayın ki duyarsızım. ‘Tamamıyla tarafsız, konunun da uzmanı Yer Bilimcilerin bir araştırması ile ulaşılan, verileri kamuoyuna sunmaya neden uğraş verilmez?’ sorusu bu nedenle sıkça aklıma geliyor.
Yeterince Duyarlıyım, var mı itirazı olan? Sadece dedikodu değil, ön görü değil, gerçeklerle iş yapmayı öğrendim. Hürriyet bir okuldu benim için. O okuldan da mezun oldum. Şu sıralar, Hürriyet ailesinde öğrendiklerimi, yerel baz da uygulamaya çalışıyorum. Var mı itirazı olan? Yalanla, dolanla, dedikodu ile hiç habercilik yapmadım, kimse de yaptıramaz…
90’ lı yılların başından buyana Gazeteciyim, hiç tekzip edilmedim, edilmem için gereken bir haberi de kaleme almadım.
Çevre duyarlılığıma gelince, Ayvacık sahillerinde oluşturulmaya çalışılan balık çiftliğine ilişkin çalışmalarımı bilmeyen yoktur. Var ise, pek de o yıllarda çevre için uğraş vermemişlerdir de ondan.
Allah rahmet eylesin, Assos kazı heyeti başkanı Prof. Dr. Ümit Serdaroğlu hocanun başlattığı o savaşı sonuçta, o savaşa katılanlar kazanmıştı. Orkinos çiftliğinin kurulması planlanan deniz dibindeki arkeolojik değerler böylece o gün bu gündür korunmakta.  
Yıllar öncesinde, Bergama’ dan yükselen bir ses vardı, Euro Gold’ çulara.
Hatırlıyorum da, Kaz Dağ’ında, Ayazmada civar köylülerle birlikte bir gece yarısı eyleme katılmıştım. Hattı zatında, gündüzden Ayazmada yapılacak eylem planına da aklım erdiğince fikir verenlerdendim. Ellerde tutulan dövizlere, birkaç satır yazmışlığım da vardı.
Hey gidi hey. Yılar ne çabuk geçti. Bölgeye yakın elmalıklar arasında Bergama’ nın sürekli eylem koyduğu o şirketin bir çalışması başlamış, bir çok elma ağacı da köklenmişti. Orada da o şirketin faaliyeti olacaktı. Haberler çıktı, yöre halkının tepkisi, çalışmalar henüz ağaçlar kökleme aşamasındayken baskı getirmişti.  Ağaçları köklenen köylünün haklı tepkisi ortaya serilince, o maden şirketi nasıl olduysa, kayıplara karışmıştı.
Sözde çalışmalar, meşhur İda’nın, Bayramiç’e bakan yüzündeki,  eşsiz ayazmanın birkaç yüz metre yakınında olacaktı ya, hadi neyse…
Bir anda, nereden geldi aklıma bu yaşananlar bilemedim. Sanıyorum yaş kemale yaklaştı da ondan.
Gevezeliği keseyim de, şu ‘Gaip’ten ses mi duydun?’ başlığı attığımız o güne ve gerçekleşen eyleme döneyim.
O eylem alanında değildim. Kaleme alıp, sosyal medya hesabımdan da paylaştığım gazete manşetine, Çevrece ağabeylerden bazı değerlendirmeler gelmiş, emek hırsızlığı ile suçlanmıştım.
O’ eylemin ardından, basında yer bulan açıklamalar üzerine Çanakkalelilerin meraklanıp, ‘Atikhisar’a siyanür mü akıyor?’ sorularına bir gazeteci olarak birebir muhatap kalınca da, O eylem alanında olmamama karşın, basında çıkan haberlerde yer bulan açıklamalar üzerine, ve de o güne dair görselleri de, Gazetemin resmen Abonesi bulunduğu İhlas Haber Ajansı’ndan alıp, İHA imzası ile, haber devamı yapmıştım. Beni arayanların seslerini  ve sorularını duyurmuş, bunu yaparken de emek hırsızlığı değil, çevresindeki olup betinden haberdar olmak amacıyla, bana ve çalıştığım gazetemin telefonlarına  ulaşan tanıdığım kentlilerimin;
 ‘Bunlar doğru mu?  Denilenler oluyor mu?’ şeklinde yönelttikleri, panik halindeki sorularını gündeme taşıyordum. Yani vatandaşın merakını gidermek için sözde emek hırsızlığı yapıyordum…
Çekmediğim eylem anını anlatır fotoğraf altına, o fotoğrafı çekenin de imzasını atıp, sözde emek hırsızlığı yapıyordum… 
Çanakkalelilerin bir kısmı, kentin içme suyunu karşılayan baraja, Maden çalışmalarında kullanılacak siyanürün akacağı ön görüsüne dayalı yapılan açıklamaları okumuş ve algılamış, bir diğer kısmı da, kulaktan kulağa yayılan bir halden kaynaklı olacak;
‘Atikhisar’ a siyanür akıtmaya başlamışlar…’ paniği yaşıyordu.
 Bu panik, birkaç yıl önce şehir efsanesine dönüşen; ‘Cuma pazarında canlı bomba yakalanmış….’, asparagasını, kulaktan kulağa yayılan o dedikodu gazetesini aklıma getirmeye yetti.
Hatırlamayanımız yoktur… Günlerce Çanakkale’ de dedikodu büyüdükçe büyümüş, yayıldıkça yayılmıştı.
Polis arkadaşlarımın, her akşam evlerinde eşleriyle bu konuya ilişkin konuştuğunu, kendi eşlerini dahi, asılsız dedikodulara karşı ‘Yok öyle bir şey’ e zor ikna ettiklerini biliyorum.
Dedikodu gazetesi öyle bir traj yapmıştı ki, Bayramiç, Ezine, Ayvacık, Biga ve Gelibolu ilçelerinin semt pazarlarında, her hafta birkaç canlı bomba yakalandığı asparı, dalga dalga şehri  saran bir dedikodu bültenine dönüşmüştü.
Bir gazeteci olarak, o yıllarda muhatap kaldığım sorular üzerine, ‘Yok, ‘Duymadım’, ‘Asılsız, ‘Dedikodu’ desem de, ‘Sen nasıl gazetecisin? Olmuş ve yakalanmış…’ türünden gelen ısrarcı çıkışları halen hatırlıyorum.
O zamanda demiştim. Bir yetkili, bir ilgili çıksın da, ‘Yok böyle bir şey’ desin diye. Çıkmamış denmemişti. Yazıya dökerek değil, birebir İlgililere söylemiştim, bu açıklamayı yapsak da, insanlarımızın ağzından eksik olmayan, olmuş gibi anlatılanlar bir son versek diye.
Bıyık yok, sakal yok, lafımızı kim se dinlemedi.
O dönemin Sayın valisi, sayın Emniyet müdürü dahil, suskunluk sürmüş, dedikodu büyüdükçe büyümüş, sonra da Pik yaptığı noktadan, sönüşe geçen bir balon misali olmuştu.
‘Gaip’ ten’ ses mi duyuldu, halen netlik kazanmadı ama, tarafıma gelen, ‘Gaip’ ten selamlar dileğiyle, sayın belediye Başkanınca  imzalı kitapçığı aldım.
İçeriği, Çevreyi katledeceği önü sürülen çalışmalara ilişkin di o kitapçığın. Dedim ya, Yer bilimcilerin bu konuya el atması şart.
İmzalı ve imalı selamlı kitapçıkta, Bir tek Yer bilimci uzmanın tek satır ön görüsü olmadığı gibi, benzer şartlarda çalışan Altın, gümüş gibi değerli metalleri tabiattan çıkaran madenlerin, mevcut çalışmaları nedeniyle yaşananları anlatır detaylar da yoktu.
Şimdi aklıma bir şey daha geldi. Sanırım yaş kemale vardığından geliyor aklıma gelenler.
Bir aralar bir gurup gazetece küçüğüm, büyüğüm ve ağabey;  Kuzey Biga madenciliğin organizasyonu ile ABD’ ye gitmişti. Sanırım Meksika falan gezildi.  Geziye katılanlar kepçe, ABD kazan misali bir gezi mi olmuştu sadece?
O geziye katılanlar, Türkiye’de faaliyete geçecek maden şirketini mevcut madenlerini gezmiş ve de bilgilendirilmişlerdi.
ABD kazan, geziye katılan kepçe misali, o çalışmalardan kim söz etti.
Tanık olduklarına, izlenimlerine, kim sayfalarında yer verdi?
Bir bilgilendirilen ve madenleri gören olarak, neden yazılmadı neden çizilmedi?
Turistik miydi o gezi?
Kapıda bir tehlike olduğuna dair, söz etmek, söz edileni de her gün duymak mümkün. Kahvede de kulüpte de.
Bir uzman isim neden susar, neden kapıda olduğu ön görüsü ile dillenen tehlike için söz etmez?
Bedava mı yaşıyoruz biz..?
Bu arada, Gaip’ ten selamlar gönderen sayın başkanın hediyesi o kitapçığın ön sözüne takıldım.
Hayli ilgimi çekti. Dilerseniz sizlerde okuyunuz. Sıkılmazsınız tabi…
Kesinlikle ilginizi çekeceğini düşünüyorum, çünkü fırsat buldukça kaçmaya çalıştığımız bin pınarlı, Kaz dağları’ n dan da bahsediyor hediye aldığım kitapçığın ön sözü.
Keyifle okuyacağınız anlatımlarla, şahsıma ulaşan ‘Gaip’ten gelen selamı’  sunan değerli çalışmanın hazırlayıcıları şöyle diyorlar ön söz’ de, konu başlığı SUNUŞ ile;
“SUNUŞ-Eski Hint uygarlıklarında bir dönem hekimler  “ bütün canlıların iyiliği için çalışacakları” yeminini ediyorlardı.
Zarar vermemek hekimlerin en temel ilkesi ve öğretisi oldu. Birlikte yaşadıkları insanların sağlıklarını korumak, hastalıklarını tedavi etmek ve onlara zarar gelmemesine uğraşmak, çevrelerinden gelebilecek tehdit ve hastalık nedenlerini belirlemek ortaya koymak ve önlemek amaçları oldu. İnsanlara zarar verebilecek her şeye karşı oldular hekimler. Savaşlara,  işkencelere, ayrımcılıklara ve ölüme. Hep yaşamı savundular.
Yaşamı sağlıklı geçirebilmek için bazı koşullar gerekir. Çevresi  temiz, doğal ve sağlıklı olmayan bireylerin ve toplumun sağlıklı olabileceği  düşünülemez. Sağlıklı olabilmek için barınma gerekir,  eğiti m gerekir  ,barış gerekir, bir o kadar da istikrarlı bir eko-sistem. Yaşadığı çevreyle uyumlu olabildiği, ona zarar vermediği ölçüde esenliğe kavuşur insan.
Bugünün çevre sorunları insanları tehdit ediyor. Her geçen gün, çevreye verilen tahribatın durdurulması için bir gün daha geç kalınması demek. Doğal  yaşam alanları giderek azalıyor. Kent insanlarının doğa ile ilişkileri bile bir “endüstri”  ve Pazar artık.
Sermaye   her yere gözünü dikiyor. Suya,  toprağa,  toprağın altına.
Şimdilerde bu ülkenin doğal yaşam alanı olan, hem ülke hem   dünya tarihinde önemli  yer edinmiş, ekolojik bir hazinenin mekanı topraklarda, bir pınarlı yaşam kaynağı topraklarda altın şirketleri cirit atıyor.Milyonlarca ton toprağı kazacaklar. Milyonlarca! Binlerce canlı yaşamını tehdit edecekler.
Homeros Kazdağları için “bin pınarlı, çok pınarlı, hayvanı ve bitkisi bol olan yer”  demişti. Efsaneye göre Truva atının yapıldığı ağaç bu topraklarda iki ayrı kıtanın göknarları nın evliliğinden doğmuştu. Bu göknar hala bizimle birlikte yaşamını sürdürüyor, bize rağmen. Kazdağı Göknarı, endemik olarak dünyada sadece Türkiye’de ve yalnız  Kazdağları’nda  yetişiyor. Dünyanın bitki genetiği açısından en önemli bölgesinde yani.
Şimdilerde kazmaya hazırlanıyorlar, milyonlarca ton toprak! Milyonlarca ton!
Ne için? Kimin için? Kim adına?
Dilovası’nda Ergene’de kirlilikte tehdit edilen yaşam şimdilerde Çanakkale’de sondajlarla, açılacak madenlerle, termik satrallerle tehdit ediliyor.
Ne için? Kimin için? Kim adına?
Kazdağları, “kazı dağları” olsun mu?  Hayır olmasın!Önce zarar verme! TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ”
Bu Sunuş’da aklıma takılan bir yer oldu. Biz hep Truva atının, Truva kıyılarına gelen o ahşap gemilerden yapıldığını bilirdik. Film işte, senaryosu ne kadar yanıltıcıymış meğer…
Gişe rekorları kıran senaryoyu yazanlar da, muhtemel Gaip’ ten ses duymuşlar…