Önce BİZDEN, sonra MEDYA’DAN diyelim: Milli Bayramlarınız yoksa, varlığınız tartışılıyorsa, dini bayramlarınızı zaten YOK !?..

Önce BİZDEN, sonra MEDYA’DAN diyelim:
Milli Bayramlarınız yoksa, varlığınız tartışılıyorsa, dini bayramlarınızı zaten YOK !?..
Milli Bayramları olanlara, olduranlara MERHABA !..
Milli Bayramları, dini bayramlarla karıştırmayanlara MERHABA!
Bayramı, isimlerden çıkartıp, gerçek anlamda yaşayan ve yaşatanlara MERHABA !..
23 Nisan’ı; tarihimizi bilen, anlayan, yorumlayan, yorumlatan ve davranış haline getiren, yaşayan –yaşatanlara MERHABA !...
102. yılda ANDIMIZ söylenirse, çocuklar  MUTLU, bizler de UMUTLU oluruz...!?
 
TARİHİMİZİ NE KADAR BİLİYORUZ?
 
 “Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, ülkemizin büyük bir mağlubiyeti ile sonuçlanır. Rus Birlikleri o dönem Ayastefanos adıyla anılan Yeşilköy Bölgesi’ne kadar gelirler.”
***
Neredeyse İstanbul’u işgal edecekler. Babıali, “kurtar bizi şu Moskof’tan!”,  dercesine İngiliz’den yardım ister. Nitekim İngiltere devreye girer; “Moskof”a“dur!”, der. Neyin karşılığı; Kıbrıs… Önce kiraya verilir (Berlin Antlaşması)… Kıbrıs’ın gidişi o gidiş, ta 1973 yılına kadar…
***
Bu ilaveden sonra Hocamıza kulak verelim: 
 
Burada duran Rus Birlikleri ile 3 Mart 1878 tarihinde Balkanlar’daki Türk hâkimiyetine büyük oranda son veren ‘Ayastefanos Antlaşması’ yapılır. Bu antlaşma sonrası savaşta ölen ve çeşitli mezarlıklara gömülen Rus askerlerinin anısına bir anıt yapılması istenir. Bedeli Osmanlı Hükümeti tarafından ödenen, Rus Mimar Bozanov tarafından tasarlanan bu anıt görkemli bir kilisedir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, 14 Kasım 1914 günü yıkılan bu anıta dair bir de film mevcuttur. “İstanbul’da şimdilerde konuya yakın birkaç araştırmacının dışında hemen hemen hiç kimsenin hatırlamadığı bir Rus anıtı daha vardı.”
***
Üstadımız, biraz daha geriye gidiyor, Osmanlı’nın valisi Kavalalılar dönemine… Şimdi hapiste olan Osman Kavala, bu aileden mi? Bilmiyorum…
***
“Kavala Âyanı (…)Mehmed Ali [Paşa], kurnaz kişiliği ve çevresindekileri etkileme gücüyle saygın bir kişilik hâline gelir. Edindiği güce dayanarak Mısır Valiliği talebinde bulunur. (…) 1805 yılında Mısır Valisi olarak atanır.”
***
 “Mısır Ordusu’nu yeni eğitim metotlarıyla güçlendiren Mehmed Ali Paşa, İstanbul’un istekleriyle Arabistan’da çıkan Vehhabi İsyanları’nı bastırır. (…) 1825 yılı başında çıkan Yunan İsyanı’nı bastırmak için kendisinden yardım istenir. 26 Şubat 1825’de Osmanlı Ordusu’yla birlikte Mora’ya çıkan oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır Ordusu, büyük devletlerin Yunan ayaklanmasına müdahale etmesi sonrası savaş alanını terk ederek Mısır’a çekilir. Ancak bu hizmetine karşılık Mehmed Ali Paşa oğlu İbrahim Paşa’ya Suriye Valiliği’nin verilmesini ister. Bu isteğe karşı çıkan Babıâli kendisini Girit Valisi olarak atar.”
 “…Mehmed Ali Paşa oğlu İbrahim Paşa komutasındaki Mısır Ordusu’nu Suriye’ye gönderir. Kısa süre içinde Şam, Halep ve Adana’yı işgal eden Mısır Ordusu, Kütahya’ya kadar ilerler. Mehmed Ali Paşa’nın gücüne karşı çıkmanın mümkün olmadığını gören Osmanlı DevletiRusya’dan yardım ister. Bu talep üzerine 20 Şubat 1833 günü, (…)dokuz gemilik bir Rus filosu Büyükdere önlerinde demirler.”
***
“8 Nisan 1833 günü karaya çıkarak Hünkâr İskelesi civarına kurulan çadırlara yerleşirler. Rusların Boğaziçi’ne girmeleri Avrupa devletlerini özellikle de Fransızları büyük ölçüde rahatsız eder ve Mehmed Ali Paşa’ya ordusunu geri çekmesi için baskı yaparlar. 8 Nisan 1833 günü İbrahim Paşa Kütahya Antlaşmasını imzalayarak ordusu ile birlikte Anadolu’yu terk eder. Bu antlaşma gereği Suriye, Adana ve Cidde Mehmed Ali Paşa ve oğlunun yönetimine terk edilir.”
***
Biliyorsunuz baba Mehmet Ali, daha sonra (1839) Nizip’e kadar gelir, Osmanlı ordusu ile harp eder. Ordu ağır bir yenilgiye uğramış, büyük devletler araya girmiş, “Londra Antlaşması” ile Osmanlı “paçayı” kurtarmıştı. Koskoca İmparatorluk ne hale düşmüş. Valisine gücü yetmiyor. Ondan kurtulmak için Rusya’dan ve diğerlerinden yardım istiyor. Sonunda yine valisi ile antlaşma [Kütahya] yapıyor. Payitaht işgal edilecek diye de korkuyor, Babıâlî.
***
“Ancak yapılan antlaşmadan [Kütahya] memnun olmayan Osmanlı Devleti, Ruslar ile görüşmeye devam ederek, devleti büyük oranda Rus himayesine sokan 8 Temmuz 1833 tarihli Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı imzalarlar. Sekiz yıl süreli antlaşma gereği Rusya bu gibi durumlarda Osmanlı Devleti’ne askeri yardımda bulunacaktır. Ancak antlaşmanın bir de gizli maddesi vardır. Bu madde gereğince Rus Çarlığı’nın istemediği yabancı harp gemileri Boğazlardan geçirilmeyecektir. Bu antlaşma nedeniyle 1833 tarihinde bir de madalya çıkarılır.”
***
 “…’Kütahya Antlaşması sonrası, bu olayı hatırlatacak bir anıt bırakarak Rus birlikleri ülkemizi terk ederler.’ Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması sonrası Ayastefanos Anıtı’nın yıkılması sırasında bazı kaynaklarda ‘Boğaziçi Taşı’ olarak isimlendirilen bu anıt da Rehber-i İttihad-ı Osmani öğrencileri tarafından yıkılır.”
***
“…İbrahim Paşa’nın Mısır Ordusu ile birlikte Kütahya’ya kadar gelişi Başkent İstanbul’da paniğe neden olur. Üstüne üstlük bir de Rus gemileri ve askerleri Boğaziçi’nde konaklamaktadırlar. Bu paniği önlemek amacıyla Sultan II. Mahmud karargâhını Tarabya Kasrı’na nakleder. Bu nedenle Topkapı Sarayı’nda bulunan ‘Sancak-ı şerif’ yapılan dini ve askeri merasimle kasra getirilir. Sancak-ı şerifin bir dönem burada bulunması Osmanlı hanedanı arasında bir gelenek oluşmasına yol açar. Bundan böyle, hanedan mensupları, Kalender Kasrı’nın önünden geçerken kasır gözden kayboluncaya kadar sırtlarını kasra dönmezler.”
***
Biz, bir not daha düşelim. Umarım, Hocamızın güzel yazısının insicamını bozmaz. İstanbul gibi “bölük pörçük“ tarihi yazılan şehrimiz çok az… Payitaht (Bursa, Edirne, İstanbul), şehzade barındıran iller (Manisa, Kütahya, Amasya, Trabzon) ve “levantenlerin” yaşadığı (İstanbul, İzmir, Selanik) dışında kalan şehirlerimizin fiziki, beşeri, sosyal, kültürel, sanat tarihi yazılmadı. Tabii, şu ya da bu nedenle ülkemizi terk eden Ermeni ve Rum hemşerilerimizin yazdıkları ne denli sıhhatli bilmiyoruz?
***
Tabii, anılan illerle ilgili de ufak tefek bilgiler dışında bir bilgiye sahip değiliz. Allah’tan seyyahlar bir şeyler yazmışlar. O nedenle, geçmişten günümüze kalan mirası bilmiyoruz. Demem o ki; “saray tarihi” dışında bir tarih hafızasına sahip değiliz. Olanlar da ya yanlı ya da önyargılı… “Sevgi” ve “yergiden” öteye geçmez. Nesnel tarihçilik semtimize uğramadı henüz. 
Kentlerin tarihi yazılmadan sarayın tarihini okumaya devam ederiz.
***
Üstadımız, yazısını şu muhteşem finalle noktalamış: 
“Bu şehre dair olan anılar bitmez tükenmez. Ancak ne yazık ki çoğu kişi İstanbul’da, binlerce yıldır varlığını etkin bir şekilde sürdüren bir şehirde değil, herhangi bir şehirde yaşar gibi yaşamayı tercih etmektedirler. Yaşadıkları şehrin GEÇMİŞİNE merak duymayan insanların, yaşadıkları şehre ne gibi katkıları olabileceğini sizlerin insafına bırakırım.” KADİR DAYIOĞLU https://kayserigercekhaber.com/koseyazilari/tarihimizi_ne_kadar_biliyoruz1879.html?
 
Şerif Aydemir
Not Defterimden Süzülenler

“Sadri Alışık hafif hasarlı bir trafik kazası geçirir. Alnına iki dikiş atılır. O sırada, hastanede müdahale eden cerrah bir işgüzarlık yapmak ister:
-- Sadri Bey, elimiz değmişken şu yüzünüzdeki kırışıklıkları da alsa mıydık?
Sadri Alışık, hüzünle harmanlanmış o buğulu bakışlarını doktora diker:
-- Aman efendim! Ne yapıyorsunuz, ben onlara ömrümü verdim.
Bir kitap oylumluğunda sözdür bu. Hatta daha ötesi... Bir tavırdır, yordamdır, hayatı biçimlendirmedir. Ve Sadri Alışık'a ne çok yakışır. Ben kendisiyle tanışıp konuşabildim. Hoş bir iklimi vardı. Sesinin tınısı hâlâ kulağımdadır. Çok etkilenmiştim. Sadece ayağı basmıyordu, kalbi de bu topraklara değiyordu.
Bazıları tek başlarına ölmezler. Giderken koca bir dünya götürürler yanlarında. Sadri Alışık da işte bu tavrı, bu yordamı yanında götürdü. Birçok duyguyu yetim bıraktı. Nasıl özlüyoruz onu, onları...

Neşet Ertaş ustamız, "Ayağınızın turabıyım (toprağıyım), gonullerinizin hızmatçısıyım" diyerek insanların huzuruna çıkardı da kıyametler koparırdı. Hadi gel de özleme...

Çiçekli Yazma'da sevgili İsmail Karakurt şairimiz de "Seni özleyeyim diye kaldım bu dünyada" demişti. Özlemek nasıl köklü bir duyguysa…!?

Cüneyt Arkın'ı dinliyoruz :

"Eskişehir'de köyde,toprak evde babamla aynı odada yatıyorduk. Bir gece hışırtı duydum. Baktım babam uyanmış, yatağın kenarında üstünü giyiniyor.
Pencereye gitti, tarlalara baktı, benim uyanık olduğumu anlayınca:
-- Bak oğul dinle, dedi. Ekinler büyüyor, seslerini duyuyor musun?
Ürperdim. İşte o an ezeli gerçeği fark ettim. Babam ekinlerin büyüme seslerini duyuyordu.
Bu yaşlı köylü artık benim gözümde insandan çok Anadolu olmuştu."


Ahmet Yesevî'ye Türk illerinde "Hazreti Türkistan" diye hitap edilir. Münevver Ayaşlı bunu ilk duyduğunda birden içi çalkalanır, cezbeye kapılır. Vecde ulaştığı bir demde o da Yunus Emre için "Hazreti Anadolu" tabirini kullanır. O Anadolu ki; şehir şehir, köy köy ruhumuza beden biçtiğimiz aziz toprak...
***
Efendim, çalıştığım kurumda sınav komisyonlarında görevli olurdum. Yazılı sınavında yeterli not almış edepli, pıtırcık bir kız ADAYA Başkan mülâkatta sorular soruyordu:
-- Eviniz hangi semtte kızım?
-- İstanbul'da evimiz yok efendim, ben Anadolu'dan geldim.
-- Nereden geldin?
-- Kırıkkale'nin Sulakyurt ilçesinden.
-- İstanbul'da akraban, tanışın da mı yok?
-- Yok efendim.
-- Memlekette kimin var?
-- Yalnız annem.
-- Annen nerede şimdi?
-- Dışarıda efendim, beni bekliyor.
-- Çağır gelsin, dedi Başkan.
Az sonra kızla birlikte odaya söğüt dalı gibi incecik ve esmer bir kadın süzüldü. Heyete doğru küçük küçük bir kaç adım attı. Sıkıca doladığı yaşmağının altında melül ve mahzun çehresini diri tutmaya çabalıyordu.
Başkan kadına sordu:
-- Hanım kardeşim, bu kızın memur olursa, İstanbul'da tek başına ne yapacak?
-- Begim! dedi hiç beklemediğimiz tok bir sesle. Bir ay sabretsin, köyde ineğim keçim var satayım, bağın bahçenin işini yoluna koyup geleyim.
--O kadar kolay mı bu işleri görüp gelmen?
-- Nedir ki begim, YOKSUL olunca yükün de hafif oluyor.
Kadın konuştukça üstünden püfür püfür bir köy rayihası yayılıyordu odaya.
Başkan, kadını ve aday kızı biraz daha ölçmek istiyordu herhalde:
-- Peki, sen gelinceye kadar bu büyük şehirde kızının başına bir hâl gelmesinden korkmuyor musun?
-- Korkmuyorum!
-- Niye?
Kadının incecik hotenli yüzü bir avuç ışığa dönüştü sanki. Tane tane konuşuyordu:
-- Begim! Bu kızı ben babasız büyüttüm. Daha iki yaşındaydı, Kızılırmak'ın boyalı toprağını saçlarına kına diye yaktım. O koku onda durdukça Allah'ın inayetiyle hiç bir şey olmaz.
İçimizde bir ürperti, karşısında öylece kalakaldık.
Bu kadının gönlüne cemreler erken düşmüştü besbelli. "Yerlere ve göklere sığmaz"ın gelip sığdığı Hazreti gönüle...
Kadın anne olunca tamamlanırmış, artık iyice kani oldum.
Sorular tükenmiş, tam çıkıyorlardı ki, Sulakyurtlu anne; bir sabah yelinin ipiltisini dinleyip de gelmiş gibi huzurlu huzurlu baktı yüzümüze:
-- Efendiler! Hiç merak etmeyin, size de DUA edeceğim...
Ey sebeplerin ötesine bakan irfan, toprağının ruhunu yakalamış Anadolu kadını!..
Düşündüm durdum... Tuğla gibi kalın kalın kitaplarda ne aradım yıllarca? Birkaç sütlü kelime devşirecem diye ciltleri kucaklayıp eve taşımam akıl kârı mı?
Bazen aradığımız yanıbaşımızda durur da göremeyiz.
Keşke, Koca Veysel'e zamanla kulağımı dikseydim.
Benim ile gezdin beni arattın" demişti.”
 
Sizinle gezenin, sizi aratmaması, TARİHİMİZİ yeniden okumanız DİLEĞİYLE !..
24.04.2022  Dr.Hayrettin Parlakyıldız Kıbrıs İLİM Üniversitesi