.

 
O yanardağlar patlayıp da kızgın lavları etrafı kavurduktan sonra, soğuyup yumruk yumruk taş olmuş.
Adanın her yeri bu taş.
Bir de bu adayı dünyanın en tepesine koyun, buzulları da olsun.
Eriyen buzulları, koca şelaleler olup dökülsün dağlardan.
 
Güneşle ilişkisi bizimkisi gibi “gece git gündüz gel” üzerine kurulu olmasın. “Yazları gitme, kışları gelme” üzerine kurulu olsun. Mesela temmuzda o adadaysan, güneş hiç tam olarak batmasın. Batsa da ışığı hep gökte olsun.
 
Kocaman okyanusu olsun buranın.
Uzun siyah yanardağ kumundan sahilleri olsun. Bu ada milyonlarca yıl ne demekmiş bilsin.
Buzundan kırıp suyuna koyduğunda içtiğin su, milyon yılın donuk suyu olsun. İnsanlığı, hatta insanlığın hayvanlığını iç o suda.
Buzullar eriyor, artık bunu bilmek için İzlanda’ya gitmeye gerek yok.
Dünyanın sadece yüzde ikisinin tatlı su olduğunu, bunun da yarısının buzullar olduğunu biliyor muydunuz?
Buzul suyu milyonların yağmur suyu, kar suyu. Dev bir su fosili buzul.
Bütün ihtişamıyla, muhteşem güzelliğiyle, o soğuk duruşuna rağmen, oturmuş hüngür hüngür ağlıyor.
Evet eminim, çünkü birinin üzerine çıktım ve ayaklarımın altında sel oluyordu gözyaşları.
 
İnsanlığın dünyaya ettiğine ağlıyor. Her insanın dünyadaki dertlerinden ve çabalarından biri bu olmalı artık.
 
İzlanda’da ben içimdeki boşlukla karşılaştım. Hani her yerimiz dolu ya.
Aile gökdeleni, konu komşu fabrikaları, anneanne dede anıtları, arkadaş konutları, çocuk parkları, başkaları AVM’leri derken içimizde nefes alabildiğimiz sokak arayıp duruyoruz bazen.
İşte dünya üzerinde boşluk mümkünmüş dedirtiyor İzlanda. Sağa bakıyorum ufuk, sola bakıyorum ufuk, önüm arkan ufuk.
Dünyanın yuvarlak hatlarıyla oynamamış. Görüyorsun sanki kıvrıldığı yerleri, öyle güzel bir nefes boşluğu.
Bjork haklı, “duygu coğrafyaları” derken buraya. İnsan dışında ne görüyorsa, içinde o poster oluyor.
Şimdi iç duvarlarımda o boşluğun posterleri var. Meğer ne güzelmiş, gözün bir ağaçla bile karşılaşmadan, yerle göğün birleştiği o yere kavuşması.
Ağaç yok İzlanda’da söylemiş miydim? Hayvanlardan da tilki varmış ilk.
Domates yetiştirebilmek için ne çaba var seralarda bir görseniz. Hak verdim ama, düşündüm de, domatessiz hiçbir şey olmaz.
 
Yerin altından kaynar sular fışkırtan dev delikler var. Sanki dünya balina da, oralardan su fışkırtıyor.
Dünyanın da canlı olduğunu oradan anladım ben. İçinden bu kadar yükseğe sular fışkırtan bir şey, sadece bir canlı olabilir.
Karıncalar gibi tırmandık dağlarına, dokunduk buzullarına, gayzerlerin yanında durup suyun fışkırmasını bekledik.
Siyah kumundan doldurdum bardağıma, suyunu yüzüme sürdüm, sessizliğini içtim.
Ayrıca mavi göl diye bir yeri var İzlanda’nın meşhur. Ilık bir suda yüzüyorsun.
Dibini görmediğin bulanık bir mavilikte...
Sonra oranın yosununu çamurunu sürüyorsun vücuduna. Bizim kaplıcalar gibi.
Ben izlemedim ama şu meşhur “Game of Thrones” da orda çekilmiş.
Büyülü bir yeri dünyanın.
Gece yarısı hâlâ güneş ışığı vururken otelin kütüphanesine, oturup bir cümle okudum Olafur Eliasson’dan “Gecesiz yazlar, gündüzsüz kışlar” demiş memleketine.
Düşündüm... Yaz geceleri olmadan yaz geçer mi? Zor.
Peki kışın güneş hiç doğmasa nasıl biri olurdum? Başka biri olurdum. Belki daha içine kapalı, daha çok okuyan, daha çok uyuyan biri olurdum.