İnsana dair tüm teoriler insanın öznel gerçekliğinden bahseder.

İnsana dair tüm teoriler insanın öznel gerçekliğinden bahseder. Yani der ki insan duyularıyla ve sezgileriyle algıladıkları üzerine inşa ettiği bir “gerçeklik” içindedir. Bu şu demek: Bizim dünyayı anlama ve yorumlama şeklimiz inançlarımızı ve hayatı nasıl yaşadığımızı doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle algı anlamayı sağladığı kadar “yanlılığı” da sağlamaktadır. Dolayısıyla çoğu zaman benim için “gerçek” olan bir başkası için olmayabilir. İnsanın gerçeklikle olan ilişkisini bilmek ve algıdaki yanlılıkları anlamak insanı derinleştirir.
Çünkü aslında hiçbirimiz dar bir gerçeklik istemiyoruz, cehaletin mutluluk getirmediğini biliyoruz. Daha çok öğrenmek ve keşfetmek yönünde bir motivasyonumuz var. Belki de mesele neyi bilmediğimizi bilmeyi öğrenmek. Böylece bizde olmayıp başkalarında olan algılama şekillerini de fark edebiliriz. Bilmemenin olağanlığını kabul ederek ve neyi daha çok bilmek istediğimize kulak vererek başlanabilir.

Duygular geçicidir
Duygular geçicidir ve bu nedenle biz onlara psikolojide duygudurum da deriz. Duygular pek çok farklı nedenle ortaya çıkarlar. Örneğin; aklımıza bir an gelebilir, eski bir arkadaşı görmüş olabiliriz, bir olaya şahit olabiliriz ya da özel bir anımızı hatırlayabiliriz. Çoğumuz bizi olumlu duygulara götüren çevre koşullarını oluşturmak için çabalarız. Hatta “mutluluğun” ekonomi içerisinde büyük bir pazarının olduğu da söylenebilir. Mutluluk vaat eden tatiller, kurslar ya da mülkler... Fakat biz biliyoruz ki hiçbir duygu kalıcı değildir ve mutluluk bir nesneden değil ona verilen anlamdan gelmektedir. Bunu bilmek önemlidir çünkü olumlu hisler için olduğu gibi olumsuz hisler için de geçerli bir kuraldır bu. Dolayısıyla iyi hissettiğimizde o anın tadını çıkarmaya odaklanmak, bize iyi gelen an’a kıymet vermek kadar iyi hissetmediğimizde de geçeceğini bilmek gerekir. Hayat inişleri, çıkışları, dönüşleri ve dönemeçleri ile bir bütündür. O içinden hiç çıkılamayacak gibi hissedilen duygular yavaş yavaş azalacaktır. Özellikle gençlik yıllarında hayatla bu yönde ilişki kurmak daha zordur. Engeller, takılmalar, zorluklar daha başedilmez, gelecek daha uzak görünür. Yaş ilerledikçe ise insan neleri, hangi zorlukları atlattığı ve nasıl dayandığı ile ilgili düşünüp şaşkınlık yaşar. Artık duyguların geçici olduğunu ise çok iyi bilir.


Mutlu olmak çaba ister
En mutlu insanlar kendileri ile en çok “çalışan” insanlardır. Çünkü mutlu olmak için çokça çaba gerekmektedir. Kimi zaman kendinle, hikayenle karşılaşmayı, bazı yükleri bırakmayı bazılarını kabul etmeyi, yeniden ve yeniden gücünü kendi içinde bulabilmeyi içerir. Çünkü mutlu olmak bir noktada hayatının kontrolünü eline almaya karar vermektir. Mağdur olmamaya karar vermektir. Odağını başkalarının hayatlarından kendi hayatına alabilmek, mutluluğu kendi ihtiyaçların, tüm sahip oldukların ve olmadıkların üzerinde inşa edebilmektir.
İnsanın hayatta en çok duyduğu ses, kendi iç sesi.
Sanki hayatın altyazısı varmış gibi, her şeyi onunla okuyoruz.
Bu sesi ciddiye almamız ve onu evcilleştirmenin yollarını bulmamız gerek.
Başıboş bıraktığımızda bize geçmiş pişmanlıkları, gelecek korkularını pişirip pişirip sunarak, kabak tadı verebilir.
Ağzımızda kabak tadı varken de her yer kabağa döner.
Dünyanın en uzun plajına bile gitsek, en yeşil ormana bile dalsak, o tattan kaçış olmaz.
O zaman ne yapalım diyorduk.
Geçen iki yazıda, hem okuduğum hem de kendimde uyguladığım birkaç yol yazmıştım.
Şimdi devam. Bugünkü yöntemimiz: Duvardaki sinek bakış açısı.
Hayatı tiyatro sahnesi gibi düşünelim bir an.
Biz bir sahneyi canlandırırken, o sahnenin baş oyuncusuyuz ve var gücümüzle karakterimizin duygularına bürünmüşüz.
Çoğu zaman yaşadığımız şey, her şeyimiz olur ve o sırada ona dışarıdan bakamayız.
Zor anlarda, sıkıntılı tünellerden geçerken, duvardaki sinek gözüne geçebiliriz. Sinek bu anı duvardan nasıl görüyor?
Bu bakış, bize, kendimizden çıkıp yaşadığımız şeye mesafe koyma şansını veriyor.
Zaten bütün mesele bu. Yaşadığını dışarıdan yorumlayabilecek hale gelmek.
Bunu bir kameranın gitgide yüzümüzden uzaklaşarak, önce oda, sonra ev, sonra mahalle, sonra şehir, sonra bulutlara doğru genişlediği bir açı olarak da düşünebiliriz.
Kendin bir posta pulu kadar küçülene dek, kamerayı kendinden uzaklaştırmak. Neye yarar?
Sen de derdin de şu kozmosta minnacık kalırsınız.
“Bir yöntem daha var” derdin car car konuşurken. O da bir uğurun ya da bir törenin olması.
Kimsenin bilmediği bir tür büyü yapabildiğini düşünmek ve onun sana iyi geleceğine inanmak.
Bu, uçağa binerken bebeklik dişinizi çantanıza almaktan, sınava girmeden önce ayağınızı yere üç kere vurmaya kadar saçma görünen bir şey olabilir.
İnsan aklı plasebo denilen şeye kanıyor. Plasebo, gerçek olmayan her şey demek.
Mesela birisinin burnu akar, gider bir burun spreyine su doldurur, al bunu sık iyi gelir dersin ve o insan iyileşir. Olur bu.
İnsanlarda plasebo çok işe yarıyor. Biz de kendi kendimize yapabiliriz.
Benim de var bazı ritüellerim. Bir ara başucumda, endişe bebeklerim bile vardı, hâlâ var.
Eskiden yazmıştım onlarla ilgili. Minik tırnak kadar bebekler. Guatemala’da onların endişeleri yüklenip sizi rahatlattığına inanılır.
Gece yatarken ona, endişeni söylüyorsun. Yastığının altına koyuyorsun.
Sen mışıl mışıl uyurken, o endişeleniyor senin yerine. “Saçma” demeyin. Bir şeye inanan, beynini programlayabilir ve kendine şifa olabilir.
Artık ‘dırdır’la ilgili daha fazla yazmayayım diyorum, anladık konuyu. Yine de son diyeceğim birkaç şey daha var.
Günlük tutmak büyük ilaç. Düşünmeden, sansürsüz, korkusuz yazılan birkaç sayfa insanın içini yıkıyor.
Kendine şahitlik ediyorsun ve bu da mesafe demek dırdırınla. Bir de sosyal medyayı pasif kullanmayalım.
O bizde en çok, ne kadar şişman, yalnız, parasız, çirkin, başarısız ve yetersiz olduğumuz hissini yaratıyor.
Başkasının bahçesini cennet yapıyor. Bu da dırdırımızı negatif bir döngüye sokuyor.
Aklımızın ipleri istersek elimizde. Düşünceler akıntı değil, sürüklenmek zorunda değiliz.
Küreklere asılalım. Bakalım hangi güneşli limanlar bizi bekliyor.