Kar mevsimi geldi artık. Malum 2020 de bitiyor...

Kar mevsimi geldi artık. Malum 2020 de bitiyor...
 
Ah bir yağsada sabaha tutuverse sıcacık yatağımızdan çıkmak zorunda kalmasak:
 
İşe, okula, sağa sola gidemesek. Evde kalakalsak. Gelen giden olmasa.
 
Biz bize ya da ben bene olsak.
Ne varsa onu pişirsek. Çay demlesek. Pencereden baksak.
Çocuklar neşe içinde dışarı fırlasa.
Kardan top yapıp, birbirlerine atsa.
Arabaların üstü öyle bir kaplansa ki, kıpırdayamasalar, bir dursalar.
Trafik, korna, ışıklar olmadan bir pazartesi olsa.
Rüzgarı hatırlasak, bulutu. Üşümeyi.
Ağaçların dallarını hatırlasak, beyaz hırkalarını giyince onlar.
Müzik açsak, soba yaksak, elimize bir kitap alsak.
Yavaşlamaya, durmaya, doğanın avucunda olmaya ne kadar ihtiyacımız var.
Kar yağmayınca olanlar, meğer ne yorucu.
Meğer ne kadar ihtiyacımız var mahsur kalmaya.
Bahanesi hazır bir tembelliğe.
Bir saatlik kum saatim vardı, kırılmıştı.
Yenisini aldım. Bu sefer kumu mavi. Bana hediye zaman o.
Oturup, tüm ekranları kapatıp, odama kar yağdırdığım 60 dakika.
Ne yapsam kar değil, ne yapmazsam kar.
Beynin asıl ihtiyaç duyduğu hayallere dalmak, uykulara dalmak, uzaklara dalmakmış.
Göz açıp kaparken bile dinlenmeye çalışırmış.
Hep koşturup, hep düşünürsek, duygular dağınık kalıyormuş.
Mesela birinin bir lafına öfkelendik... Geçip gidersek o öfke bizimle koşturuyor, fakat arada durduğumuzda kendimizi, olanları düşünmeye başlıyoruz ya o duygu da oturuyor kucağımıza...
Farkında olmadan saçlarını tarıyoruz, neden böyle hissettim diyoruz...
Konuşuyoruz onunla ve belki anlıyoruz bile onun neden öyle dediğini.
Empati çaya geliyor.
“Karışık şeyler, sıraya girin” diyor beyin ilk vakti olduğunda.
Biz farkında olmadan, dalıp gitmişken nefeslere, uykulara, manzaralara o en güzel bahar temizliklerini yapıyor.
İşte kar yağınca içimizdeki bu rahatlama ondan.
Birini aramaya bile üşeniyorsun. Bakışın içine dönüyor. Kendi ellerini ısıtmayı hatırlıyorsun.
Dikkatimizi oradan oraya sürüklüyoruz.
Bir ekrana bakıyor, bir suratlara.
Bir yemeğe bakıyor, bir otobüslere.
Şu dikkati biraz da bana ver diyor kar.
Bir anda bir çocuk kitabına girmiş gibi saflaşıyorsun.
Sayfalar çevrildikçe, renkleniyor için.
Fazla cümle olmadan da, anlatılıyor her şey.
Kar sadeleştiriyor hayatı.
Doğa ana gelip bir kolaçan ediyor evlatlarını iyiler mi diye. Öyle mutlu oluyoruz ki. Sevdiğimize bir kartopu alıp atıversek nolur ki diyoruz. Hatta bazen yapıyoruz bile.
 
Mesala bizim köydeki evimizin bahçesinde üç koyunumuz var. Kuzulardı, kocaman oldular. Sonra da bahçenin bir parçası oldular.
“Kesecek misiniz?” diyorlar “Yok” diyoruz, “Verecek misiniz?” diyorlar “Yok” diyoruz.
Onları yemek artık benim için yan komşuyu yemek kadar delice bir fikir zaten.
Bu aralar, ‘amaçsız aktiviteler’ hakkında düşünüyorum.
İngilizcesi ‘idle’ olan bu kelime çok ilgimi çekmeye başladı.
Başıboş, eylemsiz, atıl demek.
Hani her yaptığımızın bir amacı ve nihayeti var ya, bunun yok.
Hiçbir şeye katkısı yok, bir şeye doğru gitmiyor, sonunda bir şey olmayacak şeyler...
 
Konuyu koyuna bağlayacağım.
Gidip oturdum yanına, beş dakika o bana baktı ben koyuna. Bıraktı otlamayı. O da bana bakarak ‘hiçbir şey yapmama’ yaptı.
Geçen karantinada yoga, meditasyon, nefeslere gidip
kendime pencereler aramıştım.
Bu kış da belki bu.
Bir şey yapmadan da durabilmek. Bir şeye hizmet etmeden.
Bütün gün değil. Belki beş dakika, on dakika, yarım saat belki.
Şimdi örgü örmeye başladım, hemen soruyorlar: “Ne örüyorsun, kime örüyorsun?”
Hiçbir şey örmüyorum.
 
Kimseye örmüyorum. Kimseye bir şey olmayacak bu.
Sadece örüyorum. Örerken kendimi bir şekilde hissetmek için falan da örmüyorum. Örüyorum işte.
Yahu nereden çıkmış bu, yaptığımızı bir amaç için yapmak?
Kim demiş bize, koyuna bakacaksan bir nedeni olmalı, örgü öreceksen biri için olmalı.
Asıl bu sebepleri aramaktan yoruluyoruz bence. Kendimize hep soruyoruz çünkü: “Neden yapıyorum ki bunu?”
 
11 yaşımdayken, odamdaki kasetli karaoke aletine, Elvis şarkıları söylerdim.
Kasetin bir yüzünde Elvis söylerdi, öbür yüzü sadece şarkının müziğiydi, sen söylerdin.
Ankara’da bir odada, yamuk yumuk Elvis söylememin hiçbir amacı yoktu.
Şarkıcı olmaya çalışmıyordum, konser vermeyecektim, salondakilere hava atmayacaktım, Elvis zaten çoktan gitmişti.
Sadece dayım karaoke aleti getirmişti ve şarkı söylüyordum ben de.
 
Koyun gibi, örgü gibi, sonunda bir şey olmayacak, bir şeye de bağlanmayacaktı.
Bazen sadece nefes alıp vermek bile, hayatla zaman geçirmek.
Çıkıp yürümek. Bulutlara bakmak.
Bir ağaca laf olsun diye dokunmak.
Sayfaya bir şey çizmek.
 
Çocukluğundan kulağında gezinen bir şarkıyı mırıldanmak.
Koltuğa uzanıp gözünü kapamak.
Kalkıp pencereden bakmak.
 
Taş toplamak.
Kediyi sevmek.