Bazen bir şey olur ve en karmaşık sorunları mucizevî çözümlerle hallediveririz.

Bazen bir şey olur ve en karmaşık sorunları mucizevî çözümlerle hallediveririz. Nasıl olup da o manevraları tam zamanında akıl edebildiğimize şaşırırız. Rotamızı öyle bir anda, öyle bir yere kırarız ki, ciddi bir kazayı önleyiveririz. Bu bir iletişim kazası da olabilir, hayatımızla ilgili kritik bir karar da… O an yapılabilecek en doğru şeyi yaparız ve bunda hiç zorlanmayız.
Keskin bir zekâ, derin bir özgüven, bazen müthiş bir hazırcevaplık, bazen herkesi susturacak bir kararlılık gerektiren durumlardır bunlar. Normalde bu vasıfların hepsine birden sahip değilken o an nasıl olduysa tümünün bizde toplandığını düşünürüz. “Sanki kafama taş düştü, gökten vahiy indi!” deriz.
Oysa ne taş düşmüştür başımıza, ne gökten vahiy inmiştir. Kendimize şaşırdığımız, her şeyin gerektiği gibi olmasına hayranlık duyduğumuz böyle durumlarda, farkında olmaksızın, AN’da kalmayı deneyimlemişizdir. Kendimizi AN’ın yaratıcı akışına bırakmışızdır ve her şey o yüzden olması gerektiği gibi hallolmuştur…
 
İstediklerin olmayınca “Kader böyleymiş, Allah nasip etmedi...” gibi söylemler sarf etmek, önüne defalarca gelen kısmetleri ve fırsatları yok saymaktır. Bu tavır, Allah’ın cömertliğini ve zenginliğini gölgelemekten başka bir şey değildir.
Yaşadığımız hayat karmaşasında anın içinde gizlenmiş zenginlik ve güzellikleri kaçırıyoruz. Sen de anda kalmayıp yarın olma ihtimali olan şeyler üzerine odaklanır ve eline gelen fırsatları kaçırırsan bunun adı şanssızlık ya da kadersizlik olmaz.
Yaptığın ya da yapacağın tercihler kadar başarılı ya da başarısız, şanslı ya da şanssız olursun. Öyleyse ne yaptığını bilerek hareket etmek, doğru tercihlerde bulunmak, gelecek kaygısından arınmak seni güzel ve başarılı bir hayat inşa etmeye yöneltecektir. Bütün bunları bilip eski davranışları tekrarlamaya devam etmek de bir tercihtir; hayatını ve kaderini dönüştürecek yeni davranışlar sergilemek de.
Peki ya  Ölmek üzere olan insanlardan ne bekliyoruz?
 
Palyatif Bakım’da tanıştığım bir hasta, hikâyesini anlatırken kanser teşhisinin konulduğu ve tedaviye başlandığı ilk zamanlarda ölümü konuşmak için etrafında kimseyi bulamadığından bahsetmişti. Ailesi ve arkadaşları tedaviye yeni başlandığı için ümidini kaybetmemesi gerektiğine gönülden inanarak ölümü konuşmayı reddediyor, ateist olması sebebiyle ölümü Tanrı’nın yanına gitmek (yuvaya dönmek) olarak tanımlayan tanıdıklarının veya gönüllü gurupların buluşmalarından kendisi çekiniyordu. Durumdan doktoruna bahsettiğinde doktoru, bir kanser derneğinden 6 seanslık ücretsiz psikolojik destek alabileceğini ama daha fazla seans için “problemini” nasıl tanımlayacaklarına karar vermeleri gerektiğini söylemişti.
“Ölüyorum ya?” demişti.
Ancak belli ki ölüyor olmak ve bunu konuşmak istemek uzun süreli bir destek almak için yeterli bir sebep değildi. Ya da başka bir deyişle, ölen kişiler, eğer bütçeleri uygun değilse, ölümle ilgili konuşacaklarını sadece 6 saat içerisinde tamamlamak durumundaydılar.
Doktor, doldurması gereken havale kâğıdına “Uyum Sağlama Bozukluğu” yazarak birkaç ekstra seansı daha garantilemeyi başarmıştı.
“Uyum Sağlama Bozukluğu”
Hayatımda daha trajikomik bir şey daha duymamış olabilirim. Ölmek üzere olan insanlardan ne bekliyoruz yahu?
Belki bu soruya cevap verebilmek için önce, yaşadığımız kültür ölmek üzere olan insanlara ne seçenekler sunuyor ona bakmamız lazım:

Ölüm kelimesinin yerine, üzerinde hiç düşünmeden (sadece ölüm kelimesini kullanmaktan çekindiğimiz için) onlarca başka kelime kullanılıyor olunması ve bunun doğal karşılanması
Ölümün sadece medikal bir süreç olarak görülüyor olması
Ölümün gelişi barizken bile ölümün değil, sadece ”hastalıktan kurtulmanın” konuşulduğu bir sağlık sistemi oluşturulması
Güçlü olmanın “hastalıkla savaşmak” ve “onu yenmekle” aynı sayıldığı bir anlayışın kabul görmesi
Tedaviye cevap verilmediği durumlarda “hastalığa yenildi” şeklinde sarf edilen sözler (Arenadayız sanki)
Ölümden kabul görecek şekilde konuşmanın tek yolunun “ölmeden önce yapmak istediğim 10 şey” listesine (ve benzerlerine) indirgenmiş olması (sanki daha fazla şey yapmak ölürken huzuru getirecekmiş gibi. Hep daha fazla, hep daha fazla...)

Yaşadığımız çağdaki kültürel repertuar yukarıdaki listeyle (ve fazlasıyla) ensemizde boza pişirirken, kendimiz bu söylemlerle doğup büyümüş, üstüne üstlük fark etmeden çocuklarımızı da böyle yetiştirirken, ölmek üzere olan insana biçilen tek görev “hastalıktan kurtulmak üzere savaşması”.

Üstelik bu savaşın kuralları da, her savaş gibi insanlık dışı;
Ölmek üzere olan kişi cesurca savaşmalı,
Savaştan kaçma durumuna düşmemek için önerilen tedavileri uygulamalı
Şikâyet etmemeli,
Mümkünse ölmek üzere olduğu gerçeğini reddetmeli,
Reddetmiyorsa da bunu kimseye söylememeli,
Kaygı /merak/üzüntü belirtileri göstermemeli,
Morali hastalık öncesi gibi olmalı,
Stresini belli etmemeli,
“Ölüyorum ben” dememeli
İnanasım gelmiyor.
Aslında biz esas sormamız gereken soruları sormayı unutmuş olabilir miyiz? Sahi, biz neden ölüyoruz, ölüm neye hizmet ediyor veya hiç birimiz ölmezsek yaşamın hali ne olur cancağızım?
Bunları sormadan/düşünmeden yaşamak yukarıda bahsettiğim savaşa ortaklık etmek gibi geliyor bana...
sev giyle kalın...