Her şeyi birleştiren, her şeyi ayrıştıran, her şeyi barındıran

Her şeyi birleştiren, her şeyi ayrıştıran, her şeyi barındıran. Hükmedemediğimiz, benzerini bulup salonumuzun ortasına koyamadığımız, çantamızda gezdiremediğimiz, kabımıza dolduramadığımız, yakıp küllerini savuramadığımız, akıtıp toprağa karıştıramadığımız. Sanki sahibimiz…
Kontrol edilebilmesi için bölümlere ayrılan ama ilişkimizde dönüp dolaşıp geldiğimiz yerin algımız olduğu kavram, zaman… Bir varış noktası olamayan, her şeyi kapsayan, bölümlere ayırdığımızı zannettiğimiz ama bizi bölen zaman…
Zamanı koymak için kabımız olmasa da biraz olsun aynı işi görecek bir şey var elimizde, algımız. Algımızı eğip bükebilecek şey ise beden-ruh-zihin bütünlüğü içindeki trafo merkezi, sinir sistemimiz. Sinir sisteminin dengelenme kabiliyeti, zamanla sörf yaparken çalışan algıya etki ediyor. Çok insan kafa yormuş bu konuya, örneğin “Hissedilen Zaman” demiş buna Marc Wittmann, “Zamanı nasıl deneyimleriz?” diye sorduğu kitabında… Hissedilen zaman için algımız, geçmiş deneyimlerin bedende saklı kalan izleri, duyumlar hep birlikte çalışıyor. Bunlara bakabildiğimiz, gereken ayıklamaları yapabildiğimiz tek pencere nefesimiz. İçeriyi ferahlatıp zamanın bereketini arttırmanın kapısı, nefesimiz…
Ne yaparsanız yapın bir ucundan tuttuğunuz ama elinizden kaçan, olduramadığınız şeyler mi var?
Zaman…
Yavaşladıkça artabilen… Korktukça hızlanan, üzüldükçe uzayan…
Hiçbir şeye yetişemiyor musunuz?
 
Zamanı nasıl yaşadığımıza biraz bakalım mı?
Çoğunlukla içinde olduğumuz zamandan değil, bilinçdışından gelen geçmiş deneyimler ve bunların yarattığı bazı duygular, örneğin kaygı ile hareket ediyoruz. Bu da mevcut gerçeklik ile sörf yapmaktan bizi alıkoyuyor. Dalgalara gelişigüzel, kendi algımızla cevap veriyoruz. Denge bozuluyor ve dalgalar bizi yutabiliyor.
Halbuki mevcut andan, özellikle de duyumlarımızla algıladığımız kısımdan yani içinde bulunduğumuz ortamdan gelen verilere dikkati getirdiğimizde zaman adeta yok oluyor.
Hiçliği bir an bile deneyimleyince, zaten zamanın düzlemsel olduğu yanılgısıyla gelen “Olsaydı, yapsaydım, olmasaydı, yapardım, yapmalıydım” gibi geçmişe dair nafile pişmanlıklar ile “olmalı, olacak mı, olsa, yapmalı” gibi geleceğe dair kontrol arzuları çözülüp gidiyorlar.
Mevcut olanla temas kurduğumuzda, dikkatimizi sadece içinde bulunduğumuz ortama getirdiğimizde ise neyin o ortamın gerçekliği içinde, neyin de sadece zihnin içinde olduğu fark edilmeye başlıyor. Zihnin dikkat yeteneği, bedende olan bitenleri yakalamak için kullanılabilmeye başlıyor. Toprağımız yani bedenimizin söyledikleri ise gerçek zamanı gösteriyor. Tıpkı toprağı ekip biçerken elden gelenlerin sınırlı olması gibi… Görmüş geçirmiş, taşımış ve biriktirmiş olan bedenimiz, kontrolümüz dışında olanları bize hatırlatıyor. Tek kontrol edebildiğimiz, bedenimize aldığımız hava… Kontrol şekli ise ancak, havanın giriş-çıkış dinamiğine yapılabilecek bir miktar bilinçli müdahale…
Bedendeki duyumlara ve nefese dikkati getirdikçe sinir sistemi dengelenmeye başlıyor. Dengelendikçe de rüzgâr tene değdiğinde gelen hisler, buruna gelen kokular, ışığın yoğunluğu, nesnelerin şekilleriyle olan ilişkimiz kalıyor geriye. Varoluşun o anda algıladığımız kısmıyla olan birlikteliğimiz, işte o anki yaşamımız oluyor.
Hatırlıyoruz ki, o anki yaşamımız üzerinde ilk kontrol edebileceğimiz şey, nefesimizi nasıl alıp verdiğimiz. Zihnimizi pişmanlıklar, üzüntüler, kaygılar ile meşgul etmek yerine, nefesteki sıkışıklığı nerede hissettiğimiz fark etmek için kullanmak bizim zamanla ilişkimizi yeniden başlatıyor. Nefes, zamanla ilişkimizdeki en nadide araç oluyor.